01/12/2020 | Yazar: Yıldız Tar

Günün sonunda hem tıbbi hem de toplumsal bir meseleye dönüşen HIV, her iki düzlem ve bağlamda da HIV’le yaşayanların aleyhine işleyecek bir düzeneğe hapsediliyor. HIV’le yaşadığını paylaşmak istemeyen insanların bilgileri mahremiyet hakkı pahasına paylaşılıyor; HIV’le yaşadığını söylemek, HIV’le yaşamaya dair damgalama perdesini aralamak isteyenlere ise sessizlik reva görülüyor.

1 Aralık’ta “panik” perdesini aralamak Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Çizim: Gizem Karagöz, KaosGL.org için stok görsel

“Askeri imge ve metaforlar her şeyin velveleye verilmesine yol açar, tanımları aşırı derecede abartır ve hastaların toplumdan aforoz edilip damgalanmasına ciddi derecede katkıda bulunurlar.”

“Hayır, tıbbın “topyekûn” olması istenilir bir şey değildir (bu, savaşın topyekûn görülmesinden bile daha yıkıcı olur). AIDS’in yarattığı kriz de ‘topyekûn’ değildir. Biz istila altında değişiz. Beden bir muharebe alanı değildir. Hastalar, ne kaçınılmaz kayıplardır ne de düşman. Biz -tıp, toplum- önümüze çıkan her sorunla her vasıtayla savaşmaya yetkili değiliz… Onun için, bu metafor, yani askeri metafor hakkında son bir söz olarak, Lucretius’u hatırlatmak isterim: Askeri imgeleri, savaşları çıkaranlara geri postalayın.”[1]

Susan Sontag’ın köşetaşı yapıtı “AIDS ve Metaforları” bu cümleler ile sonlanıyor. “AIDS krizi” denilen ve on yılları aşan dönem boyunca HIV ve HIV’le ilgili aklımıza gelebilecek her konu metaforların lanetli dünyasına hapsedildi. HIV denildiğinde aklımıza büyük bir panik gelmesi için tıp, devletler, medya ve toplum olarak biz elimizden geleni ardımıza koymadık. Ve sağlığa ilişkin neredeyse her metafor gibi HIV’e ilişkin metaforlar da meseleyi tıbbileştirdiği oranda toplumsallaştırdı, toplumsallaştırdığı oranda ise tıbbileştirdi. HIV’e dair bugün kurduğumuz neredeyse her cümle bu sarkacın yanlış ucunda durmayı bir şekilde beceriyor.

B=B, yani Belirlenemeyen=Bulaştıramayan gibi bir tıbbi gerçeklik tam da ayrımcılıkla mücadele ederken işimize yarayacakken yeteri kadar inandırıcı bulunmuyor; ancak söz konusu ayrımcılığı bilfiil yaratmak ve güçlendirmek olduğunda ise yirmi yıl öncesinin tıbbi verileri güncelmiş gibi yaygınlaştırılabiliyor. Söz konusu “hasta hakları” ve bunun en önemli parçalarından biri olan mahremiyet hakkı olduğunda ise ziyadesiyle toplumsal ve siyasal olan bu konu haklar perspektifinden soyutlanarak tıbbi olduğu öne sürülen bir panik iklimi devreye sokuluyor. Buna ise, kişilerin temel haklarını ihlal etmek için bir halk sağlığı retoriği eşlik ediyor.

Günün sonunda hem tıbbi hem de toplumsal bir meseleye dönüşen HIV, her iki düzlem ve bağlamda da HIV’le yaşayanların aleyhine işleyecek bir düzeneğe hapsediliyor. HIV’le yaşadığını paylaşmak istemeyen insanların bilgileri mahremiyet hakkı pahasına paylaşılıyor; HIV’le yaşadığını söylemek, HIV’le yaşamaya dair damgalama perdesini aralamak isteyenlere ise sessizlik reva görülüyor.

Senkronik ve kronik olarak işleyen dışlama ve içerme mekanizmaları, HIV ve LGBTİ+ paniğini araç ve amaç olarak kullanmakta beis görmüyor. HIV paniği araçtır, çünkü HIV pozitif tanısı alan, hayatı lime lime edilen, öcü gibi gösterilen ve öldüğünde kireç kuyusuna gömülen Murtaza Elgin’in 80’lerin medyasında “M. Paniği” olarak yazılması bütün bir kimliği tanımlamaya dönük kelime öbeklerine dönüşür ve bu yolla panik, varoluşları hedef gösterme ve damgalamak için bir araca dönüşür. Bu tanımlama HIV paniğini yaratır, araçsallaştırır ve işkenceyi meşrulaştırmak üzere panikten beslenir. Bu panik aynı zamanda amaçtır; ulaşılması gereken bir merhaleyi işaret eder. HIV paniği, bu anlamda hedeftir de. Panik araçsallaştırıldığı ölçüde, yaratılmak istenen bir şeydir. Mitolojideki kendi kendini yiyen yılan Ouroboros misali, bir yandan hâlihazırda var olan HIV paniği araç olarak kullanılırken, diğer yandan bu düzenekler yoluyla toplumda bir HIV paniği yaratılmak istenir. Panik, başlangıcı ve sonu belirsiz bir döngü hâlini alır ve bu yolla meşrulaştırılır.

Bu panik döngüsünden sıyrılabilmenin yolu ise; merkeze HIV’le yaşayanları almaktan geçiyor. HIV’i ne salt tıbbi bir konu ne de salt toplumsal bir mesele olarak ele almamaktan; ikisinin kesiştiği alanları HIV’le yaşayanlara hak ettikleri itibarı iade etmek üzere yeniden ve yeniden düşünmekten geçiyor.

Merkezine HIV’le yaşayan LGBTİ+’ları alma konusunda iki okuma önerisiyle bu yazıyı sonlandırıyorum. Defne Güzel’in hazırladığı AIDS’li İğne dosyası tam da bunu yapmak için yola koyuluyor. Bir yandan yine Defne Güzel’in hazırladığı; Kaos GL ve 17 Mayıs Derneklerinin HIV’le Yaşayan LGBTİ+’ların İnsan Hakları Raporu ile birlikte okumanızı önerdiğimiz bu kitapta hikayeler, dertler, eleştiriler, hayaller ve mücadeleyi göreceksiniz. HIV’in Türkiye’deki çetrefilli tarihinden, güncel tartışmalara; ayrımcılığın yakıcı etkisinden hem LGBTİ+ örgütlerine hem de HIV örgütlerine ayna tutma girişimlerine çok sesin hikayesini dinleme fırsatı yakalayacaksınız…

Bu 1 Aralık’ta HIV’le ilgili yaratılan korkulara ve önyargılara değil de HIV’le yaşayanlara, hikaye ve hayatlarına kulak vermek dileğiyle…

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.



[1] Susan Sontag, Metafor Olarak Hastalık – AIDS ve Metaforları, çev. Osman Akınhay (Agora Kitaplığı, 2004), s. 198.


Etiketler: insan hakları
İstihdam