29/11/2009 | Yazar: Aykan Safoğlu

Çocukluğunun ilk yıllarını Doğu Berlin’de geçiren Holger Mitschwitzki, ailesiyle birlikte Batı Berlin’e kaçmayı başaramasaydı Alman sineması belki de anaakıma bu ka

Çocukluğunun ilk yıllarını Doğu Berlin’de geçiren Holger Mitschwitzki, ailesiyle birlikte Batı Berlin’e kaçmayı başaramasaydı Alman sineması belki de anaakıma bu kadar muhalif bir figüre asla sahip olamayacaktı. Ergenlikten yetişkinliğe geçişe övgüler düzen o ritüelleri anımsayalım; kimileyin vahşi doğaya tek başına salınan bir erkek çocuk, kimi zaman askerlik hizmetini yerine getirmek üzere yola çıkmış çelimsiz bir yeniyetme, geri döndüğünde sahip olabileceği vadedilen erkeklik payesine kavuşmak adına türlü zorluklarla dolu bir yolculuğa çıkar. Holger’in bu yolculuğu ise bir kaçışı, bir sınır atlamayı işaret ettiği için bilindik erkeklik anlatıları gibi nihayete ermez; bu çetrefil yolculuk daha sonraları cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet üzerine epeyce kafa yoracak eşcinsel aktivist bir yönetmeni dönüştürür. Nitekim bu yolculukta geriye dönüş yoktur.

Alman coğrafyası, geriye dönüşü sonsuza dek yadsıyan yolculuklara aşinadır; üstelik savaş yıllarını geride bırakılalı çok olmamıştır. Holger’in ailesi Frankurt am Main kentini mesken tutar. Holger de bundan sonraki yaşamında soyadı olarak kullanmak üzere bu kentten Praunheim semtinin adını ödünç alır. Tabii savaş yıllarını unutmamıştır, ismini de değiştirir. Nazilerin tevkif ettikleri eşcinselleri damgalamak için kullandığı “pembe üçgen”in “pembe”sini (Rosa) de isim olarak seçmiştir kendine. Bir zamanlar hemcinslerine âşık olanların yüzleşmek zorunda olduğu ağır koşulların tek görsel referansını böylece bambaşka bir anlamla dolaşıma sokmuş olur. Genelde aristokrat ailelerin soyadlarında görmeye alışkın olduğumuz “von” takısını da ekler soyadına. Yalnız bu, bir aileye veya ayrıcalıklı bir zümreye mensup olduğunun altını çizmek için ismine serpiştirdiği bir detay değildir; aksine keskin bir mizahla bu işlevi tersine çevirir: O, “Praunheim’dan Rosa”dır artık. Resim eğitimini yarıda bırakır, deneysel ve kısa filmler yapmaya koyulur. 

İlk kısa filmi olan “Von Rosa von Praunheim”da başrol oynayan Carla Aulaulu ile evlenir, ancak, bu evlilik uzun ömürlü olmaz. Öğrenilmiş davranışlara tahammülü olmadığı gibi ismini şimdilik koymasa da zorunlu heteroseksüellik kafasını meşgul etmektedir. Bunun ilk belirgin izleri “Schwester der Revolution”da (Devrimin Kızkardeşleri) açığa çıkar; bu filmde kadınların özgürleşmesi için çalışan bir grup eşcinsel erkekten oluşan taburun varlığı, dönem için hayli radikal kaçmaktadır. 1970 yılında yaptığı “Bettwurstfilmi ile temel izleğini bulmuştur. Teyzesi Luzi Kryn, bu filmde başrol oynamaktadır ve daha birçok filmde Praunheim’a eşlik edecektir. Bu ortak çalışma Praunheim’ın işlerinde belirgin bir özelliği teşhis etmemize yarar. Luzi Kryn, uzun yıllar Polonya’nın Danzig kentinde sefalet içinde yaşadıktan sonra Almanya’ya göç etmiştir; havai tavırları ile ailenin antipatisini kazanması ise uzun sürmemiştir, ama Praunheim’ın hayatındaki yeri hep başka olmuştur. Diyebiliriz ki; Praunheim her filminde Luzi gibi ayrıksı, dışlanmış, normativiteye uygun olmayan karakterlerle çalışmış ve her ayrı filminde konvansiyonel olmayan anlamda bir aile yaratmayı amaçlamıştır. Ortak bir hafızanın oluşumunu amaç edinmiş bir film yaratımı…  
Berliner Bettwurst” adlı devam filmi ise, bu hafızanın oluşturulmasına yönelik kuvvetli bir kanıttır. İlk filmde medyadan öğrenildiği şekilde flört eden, âşık olan çiftimizin yüzeysel olduğu kadar rahat yaşamları bir gangster çetesi tarafından altüst ediliyordu. Devam filminde ise Luzi ile Dietmar’ın istikrarlı beraberliği evlilikle sonuçlanıyor. Yalnız burada partneriyle değil de evliliğin imgesiyle evlenen insanlardan bahsediyoruz. Kaçınılmaz olarak, evlilik formalitelerini yerine getirirken kendilerini fazlasıyla ciddiye alan çiftimizi trajik bir son bekliyor. Praunheim bir devam filmi çekerek filmografisinde bir devamlılık sağladığı gibi, hayatında gerçekten yer alan insanlara önemli roller vererek bir azınlık sinemasına doğru giden yolda ilerliyor. Buna mukabil kolektif bilinçle ilgilenen filmlerinin savaştan yeni çıkmış Almanya’da –hiçbir şeyin sorgulanmadığı bir ortamda- eleştirdiği kurumları düşünürsek, ne boyutta bir infial yarattığı anlaşılabilir. Praunheim, tam da normativitenin karşısında durarak onun tanımını yapar. Filmleri, egemen tarafından “normal olmayan” olarak kodlanmış olanı konu edinir.
 
Bu noktada yaptığı “Nicht der Homosexuelle ist pervers, sondern die Situation, in der er lebt” (Eşcinsel sapkın değildir, tam tersine eşcinselin içinde bulunduğu durum sapkındır) adlı filminde taşradan büyük şehre gelmiş eşcinsel bir gencin hikâyesine odaklanır. Bütün film, Daniel’in öğrenilmiş davranışları üzerinden toplumun sapkın yapısını ifşa eder. Almanya’nın yeraltı kültürüyle yakından ilgilenmesinin yanı sıra, kendisini dış dünyaya kapamamıştır. “Tally Brown, New York”da New York’un yeraltı yaşamına diker gözlerini; Tally Brown isimli yaşlı, çirkin bir şarkıcı kadının ilişki içerisinde bulunduğu karakterler üzerinden New York yeraltı yaşamının otantik bir profilini yaratır. Çaptan düşmüş Tally Brown’a odaklanarak Divine, Grace Jones, Andy Warhol’un görkemle parladıkları yıllarda yine bir kenara itilmişlik öyküsü gelir yönetmenden. Özellikle ABD’de vuku bulan politik dalgalanmalar da duyarsız kalmadığı olaylardır. “Armee der Liebenden, Aufstand der Perversen” (Âşıklar Ordusu, Sapkınların Ayaklanışı) filmi, Amerika’da kaldığı süre içerisinde (1972-76) deneyimlediği kadarıyla eşcinsel hareketin fragmanlarını yansıtmaktadır. Yaptığı bu tarz filmlerle özellikle Almanya’da LGBT bireylerin örgütlenme sürecine katkıda bulunmuş; açılmayı, politik aktivizmi cesaretlendirmeye çalışmıştır. AIDS’i konu edinen ilk Alman kurmaca filmi de Praunheim imzası taşır. Provokasyon dozajını epey yüksek tutarak var olan sağlık siteminin ve doktorların şüpheciliğini tiye alır; filmin öykü düzleminde bütün EBTT karakterleri HIV+ olduğunda, getirilen tek çözüm önerisi onların bir adaya sürülmesi yönündedir. Amerika’da AIDS’le ilgili yanlış intibaların egemen olduğu seksenli yılların sonunda Praunheim, bir “AIDS Üçlemesi” ile çıkagelir: Act-Up gibi militan örgütleri ele aldığı “Positiv”, New York’un sanat çevrelerinin de yardımıyla daha geniş bir eşcinsel görünürlüğü amaçlayan “Schweigen=Tod” (Susmak=Ölüm) ve Almanya’da korunmasız seks yanlısı eşcinsellere ithaf edilen “Feuer unterm Arsch” (Kıçınız Tehlikede)... Bu üçlemenin iki filminde Diamanda Galas’ın müziklerini kullanmıştır. Allen Ginsberg, Keith Haring filmlerde boy gösterir. Üçüncü film ile Almanya’da fazla ahlakçı olmakla suçlanır. Yine de Amerikalı politikacıların aymaz tavırlarını ifşa etmek adına, AIDS’e ayrılan bütçenin 25 bin dolar ile sınırlı olduğu, buna nazaran eşcinsellere yönelik önyargıların da sert olduğu seksenli yıllardan yola çıkılarak yapılmış bu üçlemenin önemsenmesi gerekiyor... 

Praunheim’ın yaratmaya çalıştığı aile hissiyatından bahsederken, mitik sinema yaratımının işlevini göz ardı etmemeliyiz. Praunheim’ın özenle belgesel formunun kurallarını uyguladığı filmlerinde ise böyle bir mitoloji yaratımı söz konusu olmuyor. Kurmaca filmlerinden farklı olarak belgeleme amaçlı çektiği filmleri böyle mythopoeic bir sinema içinde değerlendiremeyiz. Yaşanmış, vuku bulmuş olanın bugünden bakılarak kayıt altına alınması şüphesiz birtakım tehlikeleri barındırıyor. Bunu özümsemiş olacak ki, Praunheim kamerasını bazı mecralarda daha dikkatli gezdiriyor. Belki de bu yüzden üç Alman lezbiyenin New York macerasını anlattığı kurmaca filmi “Überleben in New York” (New York’ta Hayata Tutunmak) ile, dört Berlinli travestinin AIDS ile mücadelesine kamerasını çevirdiği filmi “Tunten Lügen Nicht” (Lubunyalar Yalan Söylemez) belgeseli arasında bir açı farkı var. Ya da cinsel ilişki biçimleri üzerine çalışmalar yapan Alman bilim insanı Magnus Hirschfeld üzerine birbiopic’ olan “Einstein des Sex” (Seksin Aynştayn’ı) ile Nazilerin iktidarda olduğu zamanları deneyimlemiş eşcinsellere odaklandığı kısa film serisi arasında elbet bir fark sezilecektir. Yine de bütün filmlerinin özünde dışlanmış olanları birleştirme, bir dayanışma ruhunu canlandırma çabası teşhis edilebilir. Hatta bütün bu gayretler içinde Praunheim filmlerinin ortak bir hafıza yaratımını düşlediğini asla reddedemeyiz.
 
Egemen olanın dayanılmaz bir ısrarla ötekileştirmeye çalıştığı yaşlılar, tutunamayanlar, LGBTT bireyler, AIDS hastaları Praunheim filmlerinde önlenemez bir güzellikle parıldıyorlar. Belki Witkin’in fotoğraf alanında yaptığının sinematografik karşılığı bu, ötekileştirdiğimizde karşı koyamayacağımız bir güzelliğin keşfine çalışmak... 
 
[1] İlgilenenlere Nicholas Roeg’in 1971 tarihli “Walkabout” (Gezinme) isimli filmini tavsiye ederim.
2 Bkz: Amerikalı Pop şarkıcısı Jennifer Lopez’in kendini “Jenny from the Block- Varoşların Jenny’si” addetmesi gibi. "this is me... then" albümü, 2002.
3 Filmler, Türkiye’de gösterime girmediklerinden orijinal isimlerini baki tutarak Türkçedeki karşılıklarını olabildiğinde yansıtmak istedim. (Ç.N.)
4 İlgilenenlere: Praunheim’ın filmi, Bruce LaBruce’un 2004 yapımı filmi “Raspberry Reich”un arketipi gibidir.
5 Mitoloji yaratan anlamında, Kenneth Anger’ın Scorpio Rising’ibu bağlamda düşünülebilir. 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam