15/06/2014 | Yazar: Yıldız Tar

Yıldız Tar, Notabene Yayınları’ndan çıkan "Cinselliği Kuramlaştırmak" kitabını inceledi: Toplumsal cinsiyet, cinsellik... Peki ya trans kimlikler?

Akademide kadın çalışmalarının ve yeni yeni oluşmaya başlayan LGBT “temalı” çalışmaların ağırlıklı olarak kültürel, edebi veya felsefi yaklaşımlara sahip olduğu düşünülürse, “toplumsalı merkeze alan” bu kitabın ve daha ötesinde “toplumsalı merkeze alan” bir akademinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
 
Kaos GL Dergisi, Sayı: 129, “Ötekiler/Madunlar/Dışarıda Bırakılanlar, Mart-Nisan 2013”
 
Stevi Jackson ve Sue Scott’ın yazdığı “Cinselliği Kuramlaştırmak” kitabı, Selen Serezli’nin çevirisiyle Notabene Yayınları’ndan çıktı. Kitabın yazılma amacı, yazarları tarafından “etkileşimci sosyolojinin feminist ve sosyolojik analiz bağlamında önemini kanıtlamak, toplumsal cinsiyetin cinsel yaşamın gündelik pratikleri üzerindeki etkisini gözler önüne sermek ve biyolojik determinizme karşı toplumsal analizleri savunmak” olarak ifade ediliyor.
 
Stevi Jackson ve Sue Scott, kitap boyunca hem cinselliğin kuramsallaştırılmasına dair tarihsel analizler yapıyor hem de farklı kuramsal yaklaşımları karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Feminist teorilerin cinselliğe yaklaşımlarından, psikanalize birçok farklı yaklaşım derinlemesine inceleniyor. Bütün bu karşılaştırma süreçlerine ise feminist bir bakış açısının hâkim olduğunu söyleyebiliriz.
 
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Cinselliği Kuramlaştırmak kitabının bu topraklardaki LGBT hareketine ve feminist harekete, cinsel alana dair olanı kuramsallaştırma ve heteroseksizm ve ataerkiyle mücadelede yeni araçlar geliştirme bağlamında çok faydalı olacağı fikrindeyim. Kitap her ne kadar bir “kuram kitabı” olsa da, yazarlar akademik alana hapsolmayı reddeden, toplumsal olandan beslenen ve toplumsal yapıyı dönüştürme perspektifini sahiplenen bir pozisyona sahip. Akademide kadın çalışmalarının ve yeni yeni oluşmaya başlayan LGBT “temalı” çalışmaların ağırlıklı olarak kültürel, edebi veya felsefi yaklaşımlara sahip olduğu düşünülürse, “toplumsalı merkeze alan” bu kitabın ve daha ötesinde “toplumsalı merkeze alan” bir akademinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
 
Heteroseksüellik hâlâ zorunlu mudur?
Birçok farklı bölümden oluşan kitapta, özellikle “Heteroseksüellik Hâlâ Zorunlu Mudur?” başlıklı kısma değinmek istiyorum. Bölüm, son zamanlarda ağırlık kazanan “ideal-tipik heteroseksüel ailenin” ve ataerkinin “Batılı” toplumlarda çözülmeye başladığı yönündeki yaklaşımlara ve kuramsal çalışmalara değinerek başlıyor. Devamında yazarlar bu yaklaşımlara karşılık okullarda, iş yerlerinde ve sokaklarda devam eden homofobik taciz, zorbalık, istismar ve şiddeti gözler önüne seriyor ve Seidman’ın normatif heteroseksüelliğin sınırları yer değiştirse bile, heteroseksüelliğin “normal” olmayı ve insan cinselliğinin normatif biçimi olmayı sürdürdüğünü savunan sözlerine katılıyor.
 
Bu noktada kitapta değinilen bir çalışmanın çok önemli olduğu fikrindeyim. Bu, Paul Johnson’ın heteroseksüel aşk üzerine yaptığı bir çalışma. Johnson, çalışma sonuçlarını şöyle ifade ediyor: “Heteroseksüeller, homoseksüelliği kendilerinin “dışında” olan bir durum olarak reddetmek yoluyla, kendi kimlikleri için ontolojik bir geçerlilik oluşturmaktadır ve bunun bir sonucu olarak, kendi yakınlaşma pratiklerini doğallaştırmaktadırlar”. Çalışmada birçok katılımcı aşkın, toplumsal cinsiyete ve cinsel yönelimlere bakılmaksızın tecrübe edilecek bir duygulanım olduğunu söylese de söz konusu kendilerinin içinde yer aldığı bir “eşcinsel aşk”ı hayal etmek olduğunda, katılımcıların tahayyül sınırlarının eşiğine geliniyor. Hatta bazı katılımcıların iğrenme ifadeleri kullandığı gözlemleniyor çalışmada.
 
Zorunlu heteroseksüelliğin temellerinin sarsılıp sarsılmadığı sorusunu tartışan yazarlar, bu soruya verilen kuramsal yanıtları gündelik yaşam pratikleri ile karşılaştıran bir yöntem izliyor. Bunu yaparken bir yandan da “ana-akım feminist ve eşcinsel politikasındaki” değişim ve dönüşümleri incelemeye çalışıyorlar. Özellikle üzerinde durulan nokta ise, bahsi geçen hareketlerdeki tek-eşlilik eleştirisinin yok olmaya başlaması. Yazarlar, artık tek-eşliliğin 1970’lerde olduğu gibi sert bir şekilde eleştirilmediğini ve eşcinsel evliliğin ataerkil heteroseksüelliğin temellerini sarsma potansiyeline sahip olduğu fikrinin yaygınlaştığını ifade ediyor. Jackson ve Scott bu düşüncenin ve ana-akım eşcinsel politikasının heteroseksüellik eleştirisini körelttiği fikrinde.
 
Kuzey Amerika ve Avrupa’daki kuramsal yaklaşımları ve bu coğrafyaların mücadele pratiklerini inceleyen bölümdeki (ve aslında bütün kitaptaki) birçok tartışmanın, adına Türkiye denen bu topraklar üzerinde yeşeren LGBT hareketinin ve LGBT toplumunun gerçekliğiyle çok da bağlantılı olmadığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Yazarların da belirttiği gibi kitapta yer alan çalışmalar Batılı toplumlar üzerine. Ancak, kitaptaki kuramsal yaklaşımların içinde yaşadığımız toplumsal yapıyı tahlil etmek bakımından kullanışlı araçlar yaratabileceği fikrindeyim.
 
Keza, heteroseksüelliği sadece bir cinsel yönelim olarak görmemek gerektiğine dair yazarların görüşlerinin de ziyadesiyle önemli olduğunu düşünüyorum. Heteroseksüelliği cinsel hayatı olduğu kadar; emeği, işbölümünü, toplumsal alanı da düzenleyen ve hizaya getiren bir kurum olarak ele almak gerekir.
 
Toplumsal cinsiyet, cinsellik... Peki ya trans kimlikler?
Cinselliği, kuramlarını karşılaştırmalı olarak ele alan bir kitapta toplumsal cinsiyeti görmemek mümkün değildir. Keza, yazarlar toplumsal cinsiyet odaklı bir bakışla kuramları karşılaştırmayı tercih ediyorlar. Açıkçası kitabı ilk elime aldığımda trans cinsiyet kimliklerine dair kuramsal yaklaşımları da görmeyi ümit ediyordum. Ancak, umudum boşa çıktı. Batıdaki ana-akım eşcinsel politikasına eleştirel bir tutum alan yazarlar, söz konusu transgender olduğunda aynı ana-akım politikaya çok benzer bir pozisyon alıyor. Trans politikası ve dahası trans deneyimlere dair kuramsal yaklaşımların kitapta pek yer almadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
 
Cinsellik ve toplumsal cinsiyeti kuramlaştırmada trans deneyimlerinin ve keza transgender politikasının açtığı alanların çok önemli olduğu fikrindeyim. Cinselliği toplumsal cinsiyet perspektifini yitirmeden kuramsallaştırma niyetinde olan bir kitabın, transgender’ı görmeyişi büyük bir eksikliktir.
 
Sonsöz niyetine...
Gagnon ve Simon’dan Kinsey’e; Foucault’dan Butler’a birçok farklı ismin cinsellik kuramlarının ele alındığı bu kitabı okumak benim için ziyadesiyle sapkın bir haz eylemi olduğu kadar; kafa karıştırıcı ve çoğu zaman zorlayıcı bir serüven oldu. Bu yazıda değinemediğim evrimsel psikoloji, psikanaliz (ve geleneksel psikanalizin feminist eleştirileri) ve biyolojik determinizm gibi konulara dair de kitap ön açıcı birçok farklı kuramsal yaklaşıma değiniyor.
 
Kitap hakkında bir şeyler yazmaya niyet ettiğimde, her biri başlı başına bir kitap olabilecek onlarca tartışmayı bir kitapta toplayan bir kitap hakkında ne yazabileceğimi uzunca süre bilemedim. Sanırım başucu kitabı ya da referans kitabı denilen kitaplar hakkında yazmanın zorluğu böyle bir şey.
 
Sonsözü, üzerine yazmaya çalıştığım kitabın yazarlarına bırakmak uygun olacaktır: “Kurumsallaştırılmış heteroseksüellik, toplumsal cinsiyet ile cinsellik arasındaki kesişimin en önemli yeridir; hem toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin sürekli kılınmasını, hem de alternatif cinselliklerin marjinalleştirilmesini kapsamaktadır.” 

Etiketler: yaşam, cinsellik
İstihdam