04/12/2023 | Yazar: Umut Erdem

Filistin işgali konusunda gerçekleri anlatmak, faile ve yaşananın yıllardır süregelen bir sömürgeleştirme pratiği ve işgal olduğuna, insanların temel haklarından mahrum bırakıldığına, yerlerinden edildiğine, öldürüldüğüne işaret etmek de bizim sorumluluğumuz. Bu şiddete arkamızı dönmemeliyiz.

Filistin için adalet, hayvan hakları için veganlık! Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Sa Bahattin’in 16 Kasım’da yayınlanan Starbucks’a Gitmek başlıklı yazısında değinmeye çalıştığı depremden hayatta kalmış bir şehirde bir vegan olarak yaşamaya devam etme çabasından hareketle hayvan haklarını gündeme almaya niyetlendiğim bir yazı yazmaya karar verdim.

Ama öncelikle işgalin ve sömürgeciliğin varlığına işaret etmek, görünmez kalan diğer tahakküm ve sömürü biçimleriyle ilgisini görmek ve göstermek elzem.

İsrail’in 1940’lardan beri süregelen Filistin’i işgalini, LGBTİ+ ve vegan dostu bir ülke olduğu propagandası aracılığıyla (güya) aklayarak örtbas etmesi, medyayı ve gücü elinde bulunduran “batı uygarlığı neferi” devletlerle kurduğu işbirlikleriyle hakikati çarpıtmakla kalmıyor, bir yüzyılı bir suça ortak ediyor.

Bu suç, “medeniyetler imparatorluğu” olarak görülen Batı’nın ilk kez yaptığı bir şey değil. 90’larda yaşanan, insanlığın o yüzyılda gördüğü en büyük katliamın yaşandığının günümüzde tarihe not düşüldüğü Sırbistan’ın Bosna’yı kuşatması ve yaptığı etnik temizlik, o zamanlar Batı’nın gözlerini ve kulaklarını kapattığı hatta ortak olduğu başka bir felaketti. Şu an geçmişle yüzleşme adı altında Bosna-Hersek’teki katliam tanınsa ve anılsa da, hakkında “bir daha asla” denilse de medeniyet denilen tarafın (Avrupa) geçmişle aslında hiç de yüzleşmediği, çıkarları doğrultusunda sadece -mış gibi yaptığını İsrail-Filistin meselesinde tanık oluyoruz.

Almanya dahil olmak üzere birçok ülkede İsrail’in Filistin işgaline karşı yapılan protestoların direkt antisemitist olduğu suçlamasıyla yasaklanması bir yana Bosna Hersek’teki kuşatma ve katliamın başrolündeki “Sırp milliyetçiliğinin ülke/toprak unsurunu ve yurttaşlığı değil etnik, dilsel-kültürel etmenleri esas alan, ideal tipini Almanya milliyetçiliğinin teşkil ettiği modelin ilhamı altında biçimlendiğini”[1] hatırlayınca gücü elinde bulunduran ülke ve devletlerin zamanında işlediği suçlarla yüzleşmeyip bunları tekrarladığını ve sürdürdüğünü görmek zor olmuyor. Sorumluluk almaktan çok kendilerini temize çıkarmaya çalıştığı bir tablo var karşımızda.

Sorumluluğun alınmadığı, suça sessiz kalıp hatta ona ortak olunduğu mevcut koşulları “değerlendirirken” tahakküm denilen şeye, bunu meşrulaştıran unsur ve zihniyete yakından bakmak faydalı olabilir.

İkilik (Düalizm)

Val Plumwood, Feminism and the Mastery of Nature isimli kitabında, sistematik güç türlerinde gücün var olan farklılık biçimlerine yapışarak kurumsallaştığı ve doğallaştırıldığından bahseder. Bu farklılıklar, basitçe birbirinden farklı olma halinden çıkarılır, kökten farklı bir düzen ya da türe aitmiş gibi yorumlanır. Bu bölünmeye, var olma halinin bir parçası gibi bakılır. Böylece değişime kapalı hale getirilirler. Kültüre kazınmış ve doğallaştırılmış ayırma ve tahakküm ilişkisi olan ikilik (düalizm), sistematik olarak daha yüksek ve daha alçak, ast ve üst, yöneten ve yönetilen şeklinde inşa edilen düzenler arasındaki radikal dışlama, uzaklaşma ve karşıtlıkla nitelendirilir.

Plumwood ikiliğin, bu şekilde hiyerarşik ilişkilerin yoğun, kurulu ve geliştirilmiş bir ifadesi olduğunu söyler ve eşitlik ile müşterekliği tam anlamıyla düşünülemez hâle getirmek için merkezi kültürel kavramlar ve kimlikler inşa ettiğini belirtir.

İkilikler, batı düşüncesi için çok önemli bir konumdadır ve batı kültüründeki büyük baskı, zulüm ve ayrımcılık biçimlerini yansıtır. Özellikle erkek/kadın, zihin/beden, medeni/ilkel, insan/doğa ikilikleri, direkt olarak sırasıyla toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk ve doğa zulümleriyle örtüşür ve bunları doğallaştırır[2].

Kadınlar, köleler, başka ırk ve kültürden insanlar, bu ikilikte rasyonel olmayan, aşağı tarafta ve daha çok “hayvan olmaya” yakın görülür. Aşağı tarafta olanların içkin değeri yoktur ve kendi için değil sadece üst tarafta bulunanların kullanımı ve kaynağı olmak için vardır. Ahlaki olarak önemli kabul edilmez, aksine efendilerinin ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklardır sadece.[3]

Bu kavramlaştırma ve anlatı, insan harici hayvanların toplumdaki karşılıklarını özetler nitelikte aslında.

Hayvan hakları (mı?)

21. yüzyılda yaşıyoruz ve insan harici hayvanlar toplumda hâlâ mal ve kaynak olarak görülüyor. Yaşamlarının farkında oldukları ve bundan çıkarı olduğu kabul edilmiyor. Biz insanlar için onlar sadece gıda, giyim malzemesi, taşıt vs. gibi araçlar. Bu uğurda her gün milyonlarca hayvan öldürülüyor, çok daha fazlasının yaşamı sadece süt, yumurta, bal vermesine, çeşitli başka şekillerde “sahibinin” işine yaramasına bağlı. Veremediği, yaramadığı, artık verim alınamadığı noktada öldürülüyorlar. Bunun anlamı, kölelikten başka bir şey değil. Toplumun genelinin kullandığı “hayvan hakları” tabiri, insanlardan son derece bağımsız ele alınan ve sadece kedi ile köpeğin refahıyla sınırlı olan ama hayvanlara tesliminden ve faydasından söz edemeyeceğimiz bir kavram. Hayvanların hakları ne yazılı ne de toplumsal ilke olarak söylem düzleminde mevcut aslında. Veganlık, bunun olmasını talep eden bir duruş ve sorumluluk hali. İkiliğin çeşitli şekillerde merkeziyetler için alan sağladığı ve bu alanlardan birinin insan merkeziyetçiliği[4] olduğunu hesaba kattığımızda, hayvan kullanımının ve bunu reddetmenin ne kadar politik “seçimler” olduğunu görmek işten bile değil.

Mevzu bahis yazının İsrail-Filistin meselesine yaklaşımındaki sorunla birlikte veganlığa ve bunun politikliğine gereğince değinemediğini, bu sebeple kişisel ve bireyci düzlemde değerlendirilemeyecek, hepimizin sorumluluğu olan bir konunun tercihe indirgenmesinin hatta bilakis bunun sadece kişinin kendisiyle ilgili olduğunun anlaşılmasına zemin hazırladığını düşünüyorum. Bu yüzden hayvan haklarını yani veganlığı konuşmak için alan yaratamamış olduk.

Depremden hayatta kalmış bir şehirde bir veganın yaşamını sürdürebilme ihtiyacını, vegan ürünlere erişebilme talebini anlayabiliyorum. Bu ihtiyaç ve talep, duyduğumuz kadar bireysel ve keyfi bir şey değil; maalesef yaşadıkları aslında hayat bile olmayan, çünkü tamamen insan için dünyaya getirilip hayatları boyunca kullanılan ve verim alınamayınca öldürülen insan harici hayvanların haklarını, insanlar olarak onlara teslim edip gereksiz yere acı çektirmemek ve bu haksızlığı talep etmemekten, had aşmamayı bir duruş olarak benimsemek esaslı. Çünkü “birimiz özgür değilsek, hiçbirimiz özgür değiliz.” 

İnsan harici hayvanların hissediyor; acı, keyif ve haz alıyor olması, toplumdaki ahlaki pozisyonlarının mülk olmadığını, bu vesileyle de onları sorumluluk sahibi olduğumuz etik toplulukta görmemiz için yeterli. Bu yaygın bir bakış olduğunda, hayvan kullanımı bir hak ihlali olarak görülecek. Tıpkı, İsrail’in sistematik bir biçimde Filistin’i işgal edip, orada yayılıp Filistin halkını katletmesinin aslında bir hak ihlali, kırım ve suç olması gibi. Çünkü ancak o zaman “hak” denilen şeyden bahsedebileceğiz. Bu da vegan olmanın belirli insanların tercihleriyle sınırlı kalamayacağını bize gösteriyor.

Hak; hukukun, adaletin gerektirdiği ve birine ayırdığı kazançlı durum demek ve mal olarak kabul edilen, “şey” olarak görülen bir varlığın hakkından, onun faydasına bir şeyleri gözetmekten bahsedemeyiz. Bu durumda bahsettiğimiz, “sahibinin” hakkı olur. Ancak veganlık, insanla insan harici hayvanların eşit gözetilmesi ile insan harici hayvanların toplumda temel hak sahibi olması gerekliliğini öne sürer ve bunu neredeyse hepsinin hissedebilmesine bağlar. Hissedebilirlik, onların yaşamlarından çıkarı olduğunu bize gösterir. Oysa toplumda hayvanların çıkarı var görülmez, çıkarı tamamen insana bağlıdır ya da çıkarının insanınkiyle tamamen çatıştığı bir düzende yaşadığımız illüzyonu yaratılır. Sürekli insan-hayvan arasında kalıp, insanı seçmemiz gereken bir düzen.

Sömürgeleştirme ve işgal nasıl keyfi olarak bir kriterin esas alınmasıyla gücü elinde bulunduran tarafından hayata geçiyorsa, hayvan kullanımı ve sömürüsü de tür baz alınarak yüzyıllarca normalleştirildi ve hayatımızda yer eden, gündelik pratiğimizin ayrılmaz bir parçası durumunda.

İnsan harici hayvanlar, türleri sebebiyle, insan olmadıkları için keyfi nedenlerle insanlardan altta görülür ve hayvan kullanımı kolaylıkla alışkanlık, keyif, gelenek gibi sebeplerle gerekçelendirilir. Sokakta yürürken ayağımıza değen ve vurup bir kenara fırlatabileceğimiz, istersek ona bir değer biçip evimize götürebileceğimiz ve üstünü boyayıp şekil verebileceğimiz bir taştan farksızdır toplum gözünde. Oysa sokaktaki bir kediye bir insan keyfi bir şekilde saldırsa buna öfkeleniriz. Çünkü canı yanacaktır, biliriz. Evde baktığımız bir hayvan mutlu bir hayat sürsün ister, kendisine acı verecek bir şey gelse başına endişeleniriz, zarar görsün, acı çeksin istemeyiz. Hayvanları önemsiyorsak, gereksiz yere acı çekmelerini istemiyorsak, vegan olmamamız için hiçbir bahanemiz yok aslında. Çünkü elimizde hayvan kullanımını gerekçelendiren bir dayanak kalmıyor. Ne yiyecek, ne giyim, ne hijyen ve/veya kozmetik için hayvan kullanımı gerekli. Neredeyse hiçbir hayvan kullanımı gerekli değil ve hepsi yanlış, hayvanlara karşı adaletsiz. Daha çok toprak sahibi ol, daha çok alana hükmet diye bir halkı katletmek nasıl adaletsizse ve suçsa, insan olmayan ve hisseden varlıklara tahakküm uygulamak, onları sömürmek, öldürmek ve bunları talep etmek de bir o kadar adaletsiz ve yanlış.

Talep ve mücadele sadece belirli hayvanların refahı ve özgürlüğü üzerine değil, hayvan kullanımının topyekün sona ermesine dair. Bunun sonuçlanması için, hayvan haklarını; hayvanların yaşam ile mal ve kaynak olarak kullanılmama yani adilce yaşama haklarını tanımak için önemli ve elzem olan, veganlıktan başka bir şey ya da daha azı değil. Elimizde veganlık gibi mümkün ve sürdürülebilir bir alet edevat var. Veganların sayısının gittikçe artması, 2013’te Gezi Direnişi’yle ivme kazanan, veganlık temelli hayvan hakları hareketi ile oldu. Bilgi akışının, deneyim paylaşımlarının, kuram tartışmalarının ve veganların hem birbirleriyle hem de veganlığı öğrenmek isteyen naveganlarla biraraya geldiği, etkili iletişime geçtiği etkinlikler, veganlığın yaygınlaşmasını ve veganların güçlenmesini sağladı.

Sara Ahmed Filistin işgaline tepki çekmek için adeta çığlık attığı Killjoy Truths isimli yazısında, gaip şiddetin basitçe görünmeyen şiddet olmadığı, bir eylem olduğunu söylüyor. Aksine, göründüğü için görmememiz gerekiyor. Şikayet ise, şiddeti görünür kılmak, onu gündeme getirmek için gösterilen bir çaba. Kapalı kapılar ardında ya da uluorta gerçekleşen, aslında insan olmayan hayvanlar mutlularmış, sahipleriyle müşterek bir ilişkileri varmış gibi gösterilerek insanların kanıksamasının sağlandığı hayvan sömürüsü, bizim aslında sonradan gerekçelendirmeyi öğrendiğimiz bir şey. Bir kedinin canını acıttığımızda psikiyatriste götürülürken “sağlıklı” büyümek için balık yememiz ve süt içmemiz gerektiğini büyürken öğrendik. Bu bilişsel çelişkiyle yetiştik. Oysa gündelik hayat pratiğimizde hayvan kullanmadan yaşayabilmemiz mümkün ve hayvan kullanım biçimlerinin hemen hemen hepsi kaçınabileceğimiz türde. Ve ben bir vegan olarak sorumluluk alıyor, bu tartışmada bu gerçeği gündeme getiriyorum. Çünkü bu sistematik ve kurumsallaşmış şiddet, nefes aldığımız her gün yaşanıyor, ben bu yazıyı yazarken de vuku buluyor ve buna sessiz kalmamanın temel yolu, sorumluluğumuzu almamız ve vegan olmamız. Çünkü bu şiddet, bizden bağımsız gerçekleşmiyor.

Hakikat için Dayanışma

Sömürgeci işgaline dikkat çekmek önemli ve son derece gerekli, bu bir dayanışma talebi. Medya ve tarih, egemenlerin dilinden konuşmaya devam ederken, bu bir sorumluluk. Hal böyleyken başka bir adaletsizliği gerekçelendirmeye ya da onu yok saymaya alan açmamamak üzerine düşünmenin tam zamanı bence.

Bu yazı, “Bir vegan için Filistin’i savunmak ne demektir?” sorusuna cevap aramak üzerine yola çıkmadı. Böyle bir soruyu sorduracak nitelikte veganların yekpare bir grup olduğunu da düşünmüyorum. Veganlar olarak insan harici hayvanlara karşı sorumluluğumuzu yerine getiren insanlarız neticede. Navegan bir dünyada yaşadığımız için veganız ancak veganlıkla diğer hak ve mücadele hatlarının kesişmesinin tesadüf olmaması ya da vegan olmanın yanındaki var olma hallerimiz, heybemizde taşıdıklarımız başka bir yazının konusu olabilir.

Veganlar olarak yekpare, birbirine benzeyen, kahraman, kurtarıcı, ermiş insanlar olmasak da hem veganlığı yaygınlaştırma yöntemleri, naveganlarla iletişim, veganlık ve veganlıkla kesişen meseleler üzerine fikir teatisinde bulunmak hem de kendi esenliğimiz için vegan piknikler, vegan kamplar, vegan sofralar gibi sosyal alanların bana iyi gelen temas alanları olduğunu deneyimledim. Buna karşı ne yazık ki konu veganlık olunca bazı ortamlarda dayanışma ağlarının önemini unuttuğumuzu hissettim yer yer. Bir veganın sürekli kendini yalnız ve çaresiz hissediyormuş sanrısının hakim olabildiğini gördüm bazen maalesef. Bu ne insan harici hayvanlar için ne de bizim için etkili ve verimli hakim bir düşünce. Aksine; örneğin, bir yanda Kahramanmaraş merkezli depremde hayvan arama kurtarma, bakım ve yuvalandırma çalışmaları yapılırken öte yanda vegan depremzedeler için de destek oluşumunun meydana getirildiğini biliyorum.

Şiddete Arkamızı Dönmemek

İsrail Savunma Bakanı’nın “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz” diyerek Gazze’yi bombalamayı meşrulaştırması ve gerekçelendirmesinden doğru hayvan hakları konusunda ne bir ülkenin, devletin ya da şehrin “güvenli” olduğunu düşünüyorum. Veganlık konusunda muhatabım ve mesele çözücüsü olarak devleti değil, toplumda aslında bir sınıfı oluşturan hayvanlara yönelik olarak aynı toplumda yaşayan biz insanları görüyorum. Veganlığı yaygınlaştıran, buna talep oluşturan veganlar olarak biziz. Hayvanlara karşı şiddet ve sömürü bir hakikat ve bunu arkamızı dönmemeliyiz.

Filistin işgali konusunda gerçekleri anlatmak, faile ve yaşananın yıllardır süregelen bir sömürgeleştirme pratiği ve işgal olduğuna, insanların temel haklarından mahrum bırakıldığına, yerlerinden edildiğine, öldürüldüğüne işaret etmek de bizim sorumluluğumuz. Bu şiddete arkamızı dönmemeliyiz. İşgal, Filistin halkının canına ve hayatına çok daha fazla mal oluyor olsa da şu açık ki; aslında halkların hiçbirinin menfaatini sağlamıyor.


[1] Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası: Bosna Hersek, Tanıl Bora, İletişim Yayınları, syf. 169.

[2] Feminism and the Mastery of Nature, Val Plumwood, Routledge, syf. 43.

[3] syf. 47.

[4] syf 55.

*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: medya, yaşam, siyaset
İstihdam