29/07/2024 | Yazar: Yıldız Tar

Tarihten Gizlenmeyenler’de Kaos GL’nin kurucuları Ali Erol ve Ali Özbaş ile konuştuk.

“Hayatın beklenenden farklı kurulabileceğini hep beraber keşfettik” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Express Dergisi’nin 16-23 Nisan 1994 tarihli sayısında Kaos GL’nin ilk örgütlenme çağrısı yayımlandı. 20 Eylül 1994’te ilk sayısını yayımlayan Kaos GL Dergisi 30.yaşını kutluyor. Bu kapsamda biz de 30 yıllık mücadele tanıklık edenlerin tanıklıklarına sizinle paylaşmaya karar verdik.

Tarihten Gizlenmeyenler’de Kaos GL’nin kurucuları Ali Erol ve Ali Özbaş ile konuştuk.

Siz ne zaman tanıştınız?

Ali Özbaş: 1992 yılında. Güvenpark’ta namı diğer küçük gp olarak da geçer. O yıllar Ankara’da...

Ali Erol: Gençlik Parkı büyük...

Ali Özbaş: Evet geylerin buluşma mekânı Gençlik Parkı ve Güvenpark’tı. Gençlik Parkı’na büyük gp, Güvenpark’a da küçük gp derlerdi.

Ali Erol: Benim hiç çark tecrübem olmadı Gençlik Parkı’nda.  Yetişemedim galiba. Güvenpark’a da çok geç yetiştim. Çok geç keşfettim. Ama yetiştim.

Kaç yılında ilk gitmeye başladın Güvenpark’a?

Ali Erol: Uzun süre aslında Kızılay metro dolayısıyla kapalıydı. Dolayısıyla otobüsler için giderdik. Cebeci’den yürür Kolej, Kızılay, sonra Kumrular’a geçerdim otobüse binmek için. Ama Güvenpark’ın içinden geçtiğim halde Güvenpark’ın içindeki o trafiğin aslında bir çark trafiği olduğunu çok sonra anladım.

Nasıl fark ettin peki çark trafiği olduğunu?

Ali Erol: Haberim vardı ama asıl arkadaşlar, yeni yeni keşfettiğim, okuldan bulduğum arkadaşlar söylemişti. Dolayısıyla benim de geçerken transit değil de daha bir alıcı gözle sağa sola bakmaya başladığım bir dönem oldu. İlginç yıllardı 90’ların başı.

Ali Özbaş: Ben keşfetme değil daha Ankara’ya gelmeden ablam sayesinde biliyordum. Ablam Ankara’nın tuhaflıklarından bahsederken oranın da geylerin akşamları buluşma yeri olduğundan bahsetmişti. Ama ilk cesaret edip gitmem falan tabi ki biraz zaman almıştı.

Ankara’ya nereden gelmiştin?

Ali Özbaş: Tarsus’tan, 1985 senesinde. Gazi’nin Kamu Yönetimi’ni kazanarak geldim.

Peki ilk Güvenpark’a gittiğinde işte çarka çıktığında ya da orada birileriyle buluşmak istediğinde nasıl hissediyordun hatırlıyor musun?

Ali Özbaş: Heyecanlısın ama şu da var ben ilk deneyimimi üstelik böyle yaşıtım arkadaşımla oynaşarak değil, birini bularak dışardan bularak yaşadım. Ve Tarsus’ta yaşadım. Dolayısıyla Ankara’ya gelmeden iki yıl önce yaşadım yaklaşık. Bu olaydan dolayı böyle ilki yaşamanın heyecanı değildi benimki. İstediğimi yaşayabilmenin yeni yollarıydı. Dolayısıyla bu yeniliği keşfetmek üzerineydi. Bir de ben yürümeyi dolaşmayı çok seviyordum.  Okumaktan önce kayda geldiğimde tek başıma saatlerce yürüdüm. Benim için çünkü bir yeri keşfetmek, bir yeri hissetmek; orada uzun yürüyüşler yapmak ama yolu yordamı bilmeden. Ve yollarda yürürken karşına çıkanların heyecanını yaşamak. Bir binanın, yeni bir yolun falan. O içime sindirir, o orayı sevmeme sebep olur. Ankara’da öyleydim. Bir de sinema tutkum film izleme tutkum dolayısıyla sinemalara çok sık giderdim izlemek için. Ben yurtta ya da daha sonraları evde oturan biri değildim, sürekli dolaşan yürüyen biriydim.  Fark edilmeyen ya da amacı olmayan çarkı ben yedi yirmi dört atıyordum aslında.

Ali Erol: Bu arada ben de kayda Mersin’den Dil-Tarih’e Sosyoloji için babamla gelmiştim. Dil-Tarih değil Cebeci’de okulun içinde spor salonundaydı kayıt. Babam işte büyük bir heyecanla falan. Kendim sezgisel olarak yirmi dört seçenekten vazgeçip aslında önce ben Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yeri düşünmeyip hepsini bir vazgeçeyim dedim. Sonra artık ne düşündüysem o zamanki çocuk aklımla ergen aklımla, diğerlerini İzmir ve İstanbul’u da eleyip Ankara’yı tercih etmiştim. Ankara bana uyar herhalde, orada rahat ederim ya da en azından aradığımı bulurum diye düşündüm herhalde.

Babam okuma-yazma bilmiyordu. “Babam okuma-yazma bilmiyordu”dan kastım şu, kayıt yaptırdık, heyecanlı her şey yolunda gidiyor otobüs terminaline gideceğiz Mersin’e dönmek için. Ben o zamanki o meraklı genç ibne heyecanımla Arslan Yüzgün vardı o dönem çok popüler olan “Eşcinsellik” diye bir kitabı vardı. Hatta işte muzır neşriyat damgasıyla poşetli satılıyordu kitapçılarda. Otobüs terminalinde aldım. Benim babam hem bilmediği için hem de oğlan ilk işim kitap almak oldu diye düşünüyorsa bu ne diye sormuyor bile.

Dolayısıyla yıllar geçip Dil-Tarih gibi koca bir okulda bile ikinci sınıfa kadar kendim gibi birini bile bulamamıştım. Dolayısıyla benim Güvenpark’ı geç keşfetmem herhalde çok normal çünkü kendim bilmiyorum bir de etrafa bakarken işte burası gey mekânı mı ya da çark muhiti mi diye düşünmüyorsun. Sadece hoşuma giden herkese ben bakıyordum zaten her yerde bir şekilde.

Peki Arslan Yüzgün’ün kitabını kaç senesinde almıştın hatırlıyor musun?

Ali Erol: Ben 86’da geldim şehre, muhtemelen 85’te falan çıkmış olabilir. Ama 86’da okula geldiğimde kayıt yaptırmak için okula geldiğimde almıştım. Benim şöyle bir talihsizliğim vardı aslında: Ortaokulda bile kendimin farkındaydım. Ama artık lisede sınıfta açılmış biriydim. Akranlarım, hocalarım ya da dışardan birileri “ya oğlum sen ne ayaksın” demez mi ya? Bir kişi bile demedi! Hiçbir sorun olmaz mı genç bir eşcinsel olarak?! Ne bileyim olmadı. Olmadığı için de hep böyle bir sosyallik üzerinden gitti. Dolayısıyla herhalde biraz ondan dolayı biraz da belki benim kendi merakımdan dolayı hep işin bilgi kısmına yöneldim işte bilgi, nedir, ne değildir, kim ne diyor, nasıl oluyor kısmına yöneldim. Dolayısıyla Arslan Yüzgün’ün ya da işte daha sonraki başka başka isimler, yaklaşımlar, şunlar bunlar, bizim sonraki başlatacağımız süreçte ortaklaştığımız yaklaşımlar olmasa bile benim için çok çok değerliydi. Birileri işte kendi bildiğince elinden geldiğince ya bir katkı ortaya koyuyor, bir kayıt tutuyor ve bunu dolaşıma sokuyor. Bunlar benim için çok heyecan vericiydi.

92 senesinde Güvenpark’ta tanıştığınızı söylediniz. Nasıl tanıştınız? İlk karşılaşmanız nasıldı?

Ali Özbaş: Genelde kış aylarında havanın soğuk olması, kültür faaliyetlerinin bol olması sebebiyle cinselliği en aza indirip kendimi sosyal aktivitelere verirdim. Ama havaların böyle hafif hafif ısınmaya başladığında...

Ali Erol: Baharda...

Ali Özbaş: Evet özellikle Nisan ayında artık kendimizi dışarı atardık sanırım. Gerçi bizim dönemimizde de cep telefonları, sosyal platformlar olmadığı için buluşma yerleri, birbirini bulma yerleri kapalı mekanlar da vardı sadece park değildi hamam gibi, sinema gibi. Dolayısıyla yazı kışı yok o kadar ama havaların ısınması biraz daha bizi dışarıya doğru açılmamızı sağlıyordu. O haftalarda ben bolca çıkıyordum. En azından sinema dönüşü, izlediğim filmlerden sonra evime gitmeden önce uğruyordum, biraz hava alıyordum. Bir iki insan yüzü görüyordum. Sosyal olarak iletişim kuruyorduk. Herhangi bir okul ya da bir arkadaşlığım olmayan insanlara rağmen orada o an sadece tanışıp cinsel beklentiye girmeden, o kişiyle yatmayı düşünmeden konuşup günlük olaylardan vakit geçiriyorduk oralarda. Tam işte o sıralarda da o grup içinden üstelik birbirimizi gördük. Bayağı da daha sonra. O akşam birlikte oradan çıktığımızda yolumuz birdi eve doğru giderken. Yol boyunca konuşmalarımızda birbirimizi tamamlayan konuşmalarımızla doğru kişi olduğumuzu hissettik sanırım. Dile getirmedik ama hissettik.

Ali Erol: Ama tabii biraz işin güllüm kısmı da var. Zaten o karşılaşma öncesi biraz keşfetmiştik parkı, en azından camiadan arkadaşlarla. O akşam da... Biraz böyle sezgi de önemli gibi geliyor bana. Çünkü ben hatırlıyorum hala, işte biz Güvenpark’ın bulvar tarafına yakın bir ağacın altında laklak yapıyoruz. Dolaş dolaş ne kadar çark yapacaksın park zaten çok da büyük bir park değil.

Ali Özbaş: Küçük gp zaten.

Ali Erol: Evet.  İki dakikada tur bitiyor. Ondan sonra...  Bir ağacın altında beklemek yerine bir ağacın altında öbeklenmişiz, muhabbet ediyoruz. Şöyle de ilginçti, o dönem Ankara’da en azından acaba biz mi bilmiyorduk benim o aşamaya kadar Güvenpark’ı bilmediğim gibi değil ama gerçekten daha sonradan öğrendim ki yokmuş. Tamam hamam muhabbeti şu bu vesaire falan var da ama insanların böyle gidebileceği, ya oturup bir çayını, kahvesini, birasını içebileceği bir mekân gerçekten yokmuş. Dolayısıyla bir çekim merkeziydi Güvenpark. Ve... Benim tabi sadece böyle hoşuma giden erkekler değil hoşuma giden erkeklerin ötesinde oraya gelen erkeklerin çeşitliliği de çok çok dikkatimi çekiyordu. Elçilikte çalışan adam da geliyordu, Ostim’deki sanayi işçisi de geliyordu, öğretmeni de öğrencisi de profesörü de işçisi de memuru da... O dağılım benim için hem dikkat çekici, hem de heyecan vericiydi. Dolayısıyla o sohbetlerin daldan dala atlayan ve insanları böyle meraklandıran bir tarafı vardı. İşte bir akşam laklak yaparken ağacın altında, sanırım üç kişi geliyordunuz…

Ali Özbaş: Bu arada Ali’nin tipi değildim ben. Ali kilolu ve daha yaşlı...

Ali Erol: O zaman sen manti gibiydin dermişim...

Ali Özbaş: Orta yaşlı tipleri severdi. Ben oldukça zayıf, oldukça yakışıklı olarak ben onun aslında ilgi alanı değildim. Sanırım o konuşmamız ve yaptığımız muhabbet ve hayata bakışımızı ilk etkiledi diye düşünüyorum onun için.

Ali Erol: Ya benim dikkatimi çekmiştin çünkü orada üç kişi geliyor ve senin  uzaktan dikkat çekiyorsun, bir o. Bir de  o tanışmanın ötesinde tekrar tur başladığında herkes sonuçta kendi partnerini arıyor...

Ali Özbaş: Ama şu da vardı, Ramazan ayı olması belki işimizi kolaylaştırdı. İkimizin de Ramazan’ın bitmesini bekleyen kolilerimiz vardı. Ramazan bitsin, bizle sevgili olmayı düşünüyor belki.

Ali Erol: Ama sen gene de senin taliplerin hiç bitmiyordu herhalde ki...

Ali Özbaş: Ama işte o…

ALİ EROL: Orda hemen... Benim bir tane arkadaşımın dikkatimi çekti, işte çocuk benim tanıdığım bir çocuk işte bir başkasıyla konuşuyor bir başkasıyla konuşuyor. Sonra ona bir şey oldu, onunla olmadı sonra hiçbir şey olmamış gibi dönüp işte Ali’yle tanışıp, iletişim kurma planları kuruyor. “La” dedim ben “n’oluyo?”  “Bu ne” diyerekten, dedim bak böyle böyle şimdi bu seninle yapıyor konuşuyor ya da konuştu ya da sen işte devam edeceksin de ama bu daha iki dakika önce böyleydi vesaire vesaire diye.

Ali Özbaş: Kolimi bozdu...

ALİ EROL: Evet hiç uzatmayayım kolisini bir bozdum orda. O koliyi bozduktan sonra biz herhalde birbirimizin de dikkatini çekmişiz ki parkın dışına çıkıp biraz daha sakin... Şimdi nasıl tarif edeyim... Millî Eğitim Bakanlığı’nın Yargıtay’a doğru olan kısmı diyelim, oradan girip Güvenpark’tan çıktık...

Ali Özbaş: Bakanlık...

ALİ EROL: Evet bakanlıklar tarafına biraz yürüdük… Biz buraya geleceğiz birbirimizi göreceğiz de acaba bir şey var mı farkımız var mı diye biraz birbirimizi de yokluyoruz anladığım kadarıyla. Senin bir haftalık Tarsus’a gitme durumun vardı...

Ali Özbaş: Bayram dolayısıyla Tarsus’a gidecektim...

ALİ EROL: Biz sözleşelim dedik ...

ALİ ÖZBAŞ: Çünkü niye, cepten vazgeçtik...

ALİ EROL: Evet...

ALİ ÖZBAŞ: Onu az önce belirttim cep telefonları falan yoktu da herhangi normal eski usul sabit hatlı telefonlarımız bile yoktu...

ALİ EROL: Öğrenciyiz sonuçta...

ALİ ÖZBAŞ: Ben tek başıma kalıyordum, bir odalı bir evde. Ali arkadaşlarıyla kalıyordu.  o zamanlar birine söz veriyorsan iki gün sonra, bir hafta sonra, bir ay sonra diyorsan ve saat söylüyorsan olursan görüşürsün olmazsan...

Bir daha onu bulabileceğin herhangi bir elinde adresi yok, güvenip de ilk gün de kişiye adres verecek halin yok. Telefon numarası yok. Komşunun numarasını verebileceğin bir durum değil.  Böyle birbirine... Ki o da yoktu zaten...

ALİ EROL: Evet evet...

ALİ ÖZBAŞ: Bir de bunları düşünerek gereksiz yere belki de ben işte şu gün gidiyorum ben on gün sonra döneceğim Tarsus’tan diye böyle bütün...

ALİ EROL: Ayrıntıları...

ALİ ÖZBAŞ: Kendimle ilgili bilgileri veriyorum kafanı da tak bak ona göre buralarda dur ya da durma şeklindeydi. Ama nihayetinde de...

ALİ EROL: Bekledim...

ALİ ÖZBAŞ: O gezmemiz ve sonrasında beraber evlerimize doğru gitmemizde ben biraz hızlı davranıp o gece Ali’yi benim eve sokmaya çalıştım. Ancak tek odalı yer, yüz yıllık bir binanın zamanında mutfağıymış. Fakat o binanın önünde bir ayrı yapı kurulmuş. Giriş oradan oluyor. Bir yanda gazino, aslında pavyon de de ona, pavyon olarak denilebilecek bir gazino da olsa. Bir yanda da kahvehane, kıraathane ya da ne diyorsanız, olan bir yerde sanırım gecenin o vakti, ki Ramazan olduğunu yine belirttiğim o zaman gece sahura... Sahur muydu?

ALİ EROL: Evet evet.

ALİ ÖZBAŞ: Sahura kadar açık olduğu için gece de canlı ve kalabalık. Sanırım onların gürültüsü Ali’yi ürküttü, girmedi içeriye. O evine devam etti. Dolayısıyla bundan sonrası artık benim on gün sonra memleket dönüşü onun parkta olup olmamasına bağlıydı.

O on gün memleket nasıl geçti? Düşünüyor muydun döndüğünde bekleyecek mi beklemeyecek mi diye? Görüşebilecek misiniz?

ALİ ÖZBAŞ: Mutlaka aklımdan geçmiştir. O kadar bilgiler verdiğime ve ilk gece eve sokmaya çalıştığıma göre geçmiştir diye düşünüyorum.

On gün geçti, geldin. Nerede buluştunuz?

ALİ ÖZBAŞ: Yine parkta tabi ki başka bir seçeneğimiz yoktu.

Geldi karşılaştınız mesela, bu nasıl sohbet ettiniz? Oradan sonra mesela hangi noktada ilişkiye evrildi bu tanışıklığınız?

ALİ ÖZBAŞ: Biz ilişkimiz başladığı noktada, sonrasında birlikte aynı eve çıktığımız noktada bile “biz bir ilişki yaşıyoruz, bunun adı aşk, sevgiliyiz, birlikte olacağız sürdüğü yere kadar ya da gittiği yere” gibi konuşmadık. Uzun süre herhangi bir isim verme ihtiyacı da duymadık. Geldikten sonra ilk görüşmemizdeki akşam başardım artık. Eve attım. Sanırım o nokta artık Ali’ye sorman gereken bir nokta o, on günü o nasıl geçirdi de fikri değişti, korkmadı, oraya girdi. Ama o esnada tam da... Benim evi boşaltmam gerekiyordu o bina komple yıkılacaktı. ... Öyle yer bakarken yeni yere çıkmak için otomatik olarak ikimizden kafasından geçen beraber bir eve çıkmaktı. Ve yine sevgili olarak diye konuşmadık ama ikimiz birlikte çıkabileceğimiz ev aramaya başladık mesela.

Senin on günün nasıl geçti Ali Erol?

ALİ EROL: Ama şimdi geçmişi yeniden örneğin adlandırmak zaten değil de bazen tarif edemesen de aslında   sezgisel olarak hissediyorsun galiba. Şimdi düşünüyorum da ben seneler önce örneğin de Dil-Tarih’te işte ortak ders aldığım için tanıştım psikoloji bölümünde ben sosyoloji okuyordum, rahmetli psikolog Mahmut’la sosyal arkadaştık tamamen. Onun dışında zaten bir kimse yoktu. Tamamen bizim dertleştiğimiz, ağladığımız sızladığımız ve gullüm alıktığımız “ha ha ha, ki ki ki” yaptığımız bir ilişkimiz vardı. Biraz eski Türk filmlerindeki gibi olacak ama öyle çünkü o de, karşıdan senin gelişini hissettiğim dediğim ya bu farklı. Sadece uzun boylu, vücudu farklı değil. Sağındaki lubunyadan da solundaki lubunyadan da bu farklı. İşte o farkı hissediyorsun, o fark aslında biraz da benim duygularım, işte düşüncelerim, kendi kimyamla da ilgili bir şey. Muhtemelen herhalde ben asıl, o senin kolini bozup daha sonra işte bakanlık hattında birbirimizi tanıma turlaması yaptığımızda kararımı vermiştim diye düşünüyorum. Ya bir hafta on gün çabuk geçti…

Sonra ev aramaya başladınız.

ALİ EROL: Yok benim zaten de evim vardı...

ALİ ÖZBAŞ: Arkadaşlarıyla kalıyordu ama benim yıkılıyor diye beraber baktık. Ev aradık.

ALİ EROL: Ama olmadı. Sonra biz niye yapıyoruz falan diye...

ALİ ÖZBAŞ: Bulamayınca...  Bir yer mesela bulduk, hoşumuza da gitti ama işte net değildi. Olmadı. Ve benim zamanım kalmıyordu. Hatta daha biz orada uyuyoruz yıkım ekibi gelmiş durumda falan binaya. Öyle bir stres yaşadık hatırlıyorsun dimi?

ALİ EROL: Ama sen de zaten benim evi görmüştün, Demirlibahçe’de bizim evi de gelip gitmeye başlamıştın, İlk aylarımız biraz fazla geçmişti yoğun geçmişti. Hatta tamamen eve kapanmalar işte vesaire...

ALİ ÖZBAŞ: Ev bulamayınca ve benim artık yıkım ekibi bile eve uğramaya başlayınca Ali dedi “bana taşınırsın sonra bir yer bakarız” şeklindeydi. Ve otomatikman kalabalık bir evdi, hetero arkadaşlarıyla dolu okuldan arkadaşlarıyla. Dolayısıyla Ali’nin odasına küçücük benim yatak... Küçücük derken gerçekten tek kişinin bile rahatça yatacağı bir yatak değildi ama bize hayli hayli yetiyordu...

ALİ EROL: Evet.

ALİ ÖZBAŞ: Birçok yanı boş kalıyordu çünkü çok zayıftık ikimiz de. Ama onun öncesinde daha benim evde geçen yaklaşık bir aylık bir süre birlikteydik. Birlikteliğimiz süresince Ali dönüyordu evine, bir saçını yıkayıp falan dışarıda buluşuyorduk o şekilde “bir yarım saat sonra gelirim” deyip üç saat sonra sallana sallana geliyordu...

ALİ EROL: Evet saçım uzundu...

ALİ ÖZBAŞ: Sinir ederdi beni. O dönem yalnız işte sürekli birbirimizi tanımaya yönelik de çabalarımız sürüyor. Mahmut diye birinden bahsederdi ve çok böyle gülerek bahsettiği için benim ilk kıskanma sebebimdir. Çok sinir olmuştum. Mahmut denen kişi elime versinler ve parçalarım şeklinde... Çünkü diyorum ya bir ilişki diye isim koymadığımız gibi ilişkiyi nasıl yaşarım, sen nasıl yaşarsın gibi bir konuşmamız da olmamıştı. Birliktelik, başka bir insanla görüşme, görüşmeme, arkadaşlıklar nasıl olur. Bunları da konuşmamıştık. Ancak henüz ben oradayken Mahmut Ankara’ya geldi ve onu karşılamaya gittik. Ki ondan sonra zaten Mahmut benim de dilimden düşmeyen bir arkadaş oldu. Öyle insanların, öyle dostlukların olduğunu fark ettim. Ancak o süreçte şunu da belirteceğim, biz Mahmut’u karşılamaya giderken Ali henüz konuşmalarımızdan benim entelektüelliğimi mi diyeyim imi mi... Pes etmekten vaz geçmemişti. Bana sorular soruyor “aşağıdakilerden hangisi seksle ilgilidir? Heteroseksizm mi bilmem ne seksizm mi?” şeklinde. Henüz o   noktasındaydı test aşamasını devam ettiriyordu...

ALİ EROL: Ama ben hatırlıyorum örneğin senin evinin arkasında vardı böyle küçük bir bahçe vardı. Ceviz ağacı vardı, bir iki ağaç daha...

ALİ ÖZBAŞ: Aynen vardı evet...

ALİ EROL: Yan komşunun çocukları bizim iki tane fotoğrafımızı çekmişti. Öyle o fotoğraftaki birlikte aynı karede yer almamız benim için çok anlamlı. Artık ortak yola çıkılmış için... Manasında bir kare benim için örneğin o. Daha sonra de şu an ne halde bilmiyorum o İnönü Stadı da yıkıldı herhalde...

ALİ ÖZBAŞ: Öyle biliyorum...

ALİ EROL: İnönü Stadı arasındaki Cebeci’ye geçen koridorda pazar oluyordu evin karşısında hemen yolun karşısında. Orada örneğin birlikte pazara çıkmıştık. İşte bir sürü bir işte ıspanaktı erikti vesaire aldık.  Çok iyi hatırlıyorum örneğin benim eşyalarla falan ilişkim öyle çok değil özel değil. Zaten böyle biraz da minimal seviyorum böyle kırk bin tane pek de hazzetmediğim…

ALİ ÖZBAŞ: Şu an görüntü tersini söylüyor...

ALİ EROL: Evet ama... Evet biraz öyle gibi ama benim o dönemden bir sürü şeyi ya bu benim şu an işime yaramıyorsa ben bunu ihtiyacı olan bir başka öğrenciye vereyim. Bir arkadaşıma vereyim. İşte battaniyesi yorganı kabı çanağı ıvırı zıvırına kadar bir dönemdi bizim için. Bu sadece dayanışma manasında değil napacağım ki burada durup da ne olacak vesaire diye... Örneğin o eriği yıkadık de ailesinden işte o süzgeç vardı...

ALİ ÖZBAŞ: Hala var hala kullanıyoruz...

ALİ EROL: O süzgeci... Ben o süzgeci ben böyle bazen yapıyorum aaa diyorum bu bizim için özel bir eşya. Ulan mutfakta bir tane mutfak eşyası nesi özel olacak işte böyle benim için bu çok ... Anlamlı. Çünkü biz o zaman oturduk işte o erikleri yedik. Tuzladık yedik vesaire böyle. Böyle bizim çok basit günlük ilişkilerimiz ve duygu akışlarımız vardı.  Bütün o duygu akışları bütün o temaslar bizi yaptı biraz da kimyamızı ortaklaştırdı.  Buna sonradan aşk deniyorsa aşk işte başka ne diyorsanız... Hayatımızı ortaklaştıran bunlar aslında temas noktalarıydı.

ALİ ÖZBAŞ: Gerek heteroseksüel arkadaşlarım gerekse eşcinsel arkadaşlarımla muhabbetlerdeki onları da parktan falan bulmuştum ama arkadaş olarak herhangi beni cinsel olarak cezbetmiyordu ben ya da onları... Arkadaşlık geliştirmiştik beraber sinemalara gitmeye birbirimizin evine gitme şeklinde. İnsanların bir aşk beklentisi vardı... İlginçtir... Ya da aslında gençtim de henüz oldukça. Benim o tür beklentim bir ömürlük aşk işte şu şu özellikleri olan bir insan, yok sarılmalıyım yok şu şeklinde kafamda yoktu. Bir temizlik işinde çalıştığım sürede geçici olarak ki o beni kurtaran bir iştir. Oradaki bir delikanlıyla... Onu çok hoşuma gitmişti o tip ve güzel bir arkadaşlık kurmuştuk. O benim mesela birlikte olmak istediğim biriydi. Ancak o heteroseksüeldi ben de öyle bi zorlayım edeyim noktasında değildim. Fakat ben ona bu aşkı duyarken hayatıma devam ediyordum. Cinselliğimi başkalarıyla yaşıyordum.  Kendimi kapatmamıştım. Keza sonrasında da o de gerçekten böyle çok iyi denilebilecek tiplerle olduğum oldu. Biriyle yattıktan sonra “bu bu gece beni kesmedi ya” deyip yine parka gidip ikinci bir kişiyi çıkarttığım da oldu. ... Ama bunun peşinden on gün süre gitmediğim zamanlar da oldu.  Cinselliğimi ayrı yaşıyordum, aşk benim için o kişiye duyduğum bir şeydi ama beni hayattan koparan bir şey değildi. Dolayısıyla kafamda kurguladığım bir şey yoktu. Sanırım kendiliğinden buymuş dedim. Çünkü sonrasında o Ali’yle yaşadığımız, özellikle benim evde çünkü sadece ikimiz vardık, kalabalık bir ev değildi. Akşamlar... Her şeyi ortaya koydu.  Biz çay demlemeye başlayıp o çayı hiç içmeden sabahı ettiğimiz akşamlarımız oldu... İşte temizliğe giriştik evi... Onu da söyle...

ALİ EROL: Ama o dönem aslında   bir yönüyle aslında geçiş süreci gibiydi.  Bizim camiada bir dönemde ...  Böyle büyük cümleler kurmaya gerek yok ama tarif edecek olursak biraz da günü...  Süreci de inşa etme ve deneme yanılma, düşe kalka deneme yanılma aslında pratikleriydi diye düşünüyorum ben. Çünkü gerçekten önümüzde bir şey yoktu...  Politik bir şeyden bahsetmiyorum, günlük hayatımızın akışını kolaylaştıracak bir şeyden bahsediyorum. Öyle bir şey yoktu...  Düşe kalka deneye yanıla aslında birbirimizi yaptık keşfede ederek bir ilişki kurmaya çalıştık. Hatta bu bizim sosyal lubunya çevresindeki arkadaşlarımızın da büyük çoğunluğu tarafından da e gullüme yol açtı. “Gacılar siz n’apıyosunuz? Ay orda siz n’apıyosunuz?”  Bir süre kadar artık bıkkınlık verecek kadar... Ee tamam bizden önce vardı laço vardı, lubunya vardı, tamam gey yavaş yavaş kulaklar alıştı ama  “ne ayaksınız n’apıyosunuz siz, bu böyle olmaz ki,  iki erkek tamam ikiniz de tamam da  bu başka türlü olur.  Siz birbirinize uyan modeller değilsiniz. Bizim şimdiye kadar gördüklerimize, birlikteliklere uymuyorsunuz” diye “siz napıyosunuz siz napıyosunuz kapak kapağa (..?..) mı veriyorsunuz” muhabbetine kadar varan bir gullüm vardı. Ama bizim ilişkimizde de bir kesinti olmayınca herhalde bir süre sonra insanlar alıştılar. Bu kez de tersinden bir bizi yorucu bir süreç başladı. Aliler Aliler Aliler Aliler Aliler Aliler... Şimdi   diyorum herhalde bir başkası olsaydı bunla gurur duyardı. Ama ben çabuk sezdim, tamam insanın kendini iyi hissetmesi onore olması ya da ödüllendirilmesi, bunlar güzel şeyler, ihtiyacımız var bunlara. Fakat çabuk sezdim ulan burada arkadaşlarımız aslında bize pozitif bir yüklemede bulunuyormuş gibi gözükse de bundan kime ne hayır gelecek? Çünkü biz tamam düşe kalka deneye yanıla işte maddi manevi birbirimizin hayatını yapıyoruz bütünlüyoruz ve kuruyoruz. Ama biz bunla yetinmiyoruz de diyoruz niye böyle gelsin, böyle gitsin ki başka türlü de olabilir. Ya şu parka geliyoruz herkes işte “hahaha” diye gullüm alıkıyoruz ondan sonra birbirimize madi koli atıyoruz, madi koli atsak bile birbirimizin kalbini kırmaktan geri dönüyoruz. Ama bir sürü insan da yapıyor ağlıyor sızlıyor. “Gacım n’olcak, lubunya n’olcak, gacım n’olcak hep böyle mi olacak... Tamam partneri buldum da sonra n’olcak? Partneri buldum fakat işte iş bittikten sonra geri gitti peki biz sabah kalkıp da bir kahvaltı yapamayacak mıyız? Bir çay kahve içemeyecek miyiz?” Şimdi bütün bunları artık konuş konuş konuş bütün bunları gördükten sonra o insanlar “aaaa Aliler Aliler Aliler” demesi iyiye işaret değil diye düşündüm ben. Bu kez tersine aslında yük bir yönüyle de bizim omuzlarımıza düştü, ya arkadaşlar bak tamam iyi güzel hoş da biz işte deneye yanıla birbirimizi keşfedip bir ilişki kurmaya çalışıyoruz.  İşte buradan bir hayat kurmaya çalışıyoruz. Fakat bu marifet değil ki.  Matah bir şey de değil. Aslında, karşılaştırmayın.  İlişkinin aslında kendisi kendi içinde değerlidir ve o değeri yakalamaya çalışın diyorduk. Bazıları “Aaayy madi Ali yine başladı” diye yaparlardı. “Kafamızı sikiyor” diye dinlemezdi, bazıları yavaş yavaş aslında yaparlardı “ay evet” diye ortaklaştığımız noktalar olurdu. Çünkü ben diyordum, değil ki ikili ilişki ortak bir ilişki ya da işte bir aile kurma bu değil biricik ve tek değil. Ya senin aslında bir gecelik ilişkin de bir aylık ilişkin de üç aylık ilişkin de aslında kendi içinde dört dörtlük değerli olabilir. Ya sen o değeri yakala gerisi kendiliğinden gelir. Gelmiyorsa sağlık olsun uymamıştır başkasında ararsın diyorduk. O dönem onun için bizi biraz oldu kendimizle sanki uğraşacak yetiyormuş gibi işimiz gücümüz aklımız fikrimiz bir de böyle lubunyalarla uğraşmak zorunda kalmıştık aslında...

ALİ ÖZBAŞ: İnsanların genel düşünce yapısı şuydu. Öğrenciyse ya da işte Ankara’da çalışıyor ama ailesinden uzaksa ya da kendisi ailesiyle ise ama partner tek başına yaşayan… Geçici bir süre aşk yaşayabilirim, ömürlük olamaz, birini ömürlük sevemezsin değil. Kurulu düzen sistem zaten buna olanak tanımıyor e gerek de yok zorlamanın. Bir süre sonra zaten okulum bitecek o başka yere ben başka yere işte yok askerlikti yok şuydu yok işti e derken evlenilecek, ama ben geyim evlenmem bir kadınla olmam ki düşüncesi yok. Bunlar yaşanması gereken süreçler gibi düşünülüyordu. Sanırım metro inşaatı o sırada bayağı bir fayda sağladı, neden dersen metro dolayısıyla kapalı olan Kızılay’da tren vagonlarından kafe yapılmıştı ve Güvenpark’ta buluşup orada buluşan insanlar kısa süre konuşan insanlar olarak birden o kafede çayımızı kahvemizi içerken de sohbet edebilme şansına kavuştuk.  Daha yapıcı daha önümüzü açıcı ve daha uzun sohbetlere giriştik o dönem.

ALİ EROL: Devletin eşcinsellere bilmeden kamu hizmeti.

ALİ ÖZBAŞ: Ben birebir yaşadığımız o dönemdeki o olanaktan bahsediyorum. Ve bu insanlarda, geçici bir dönem gibi ve sonrasında yaşayacaktı eşcinselliğini elbette çünkü görüyorduk özellikle Ali’nin daha çok beğendiği tipler, orta yaş ve şişko tipler, evli aile babası tiplerdi bir yandan da zaten. Arada kaçamak yapıyor, dışarılarda buluşabiliyor, demek ki buna olanak var bu şekilde yaşanıyor olarak insanların kafasında yer etmişti. Oysa bunun dışında da olabileceğini hep beraber keşfettik. Bu esnada tam da çevreden bazı yabancılarla tanışmış arkadaşların yabancı memleketlerde böyle olmadığı üzerine vardı.  LGBTİ+ yurtdışından gelmiş değil ama LGBTİ+’ların orada nasıl yaşadığına dair habire geliyordu kulağımıza. Ki ama işte onların daha iyi ya da doğrusunun o olduğu şeklinde değildi...

ALİ EROL: Orda öyleymiş burada böyleymiş evet...

ALİ ÖZBAŞ: Orda da bu şekilde yaşanıyor tarzıydı. Dolayısıyla farklı şeylerde yapılabileceği, farklı şekilde yaşanabileceği hayatın ayrı bilinenden beklenenden farklı kurgulanabileceğini hep beraber keşfettik.

sandikta-donme-var-1

Bu yazı, Türkiye Avrupa Vakfı’nın yürüttüğü SAHNE projesi kapsamında Avrupa Birliğinin mali desteği ile hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla yazarın sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliği’nin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.


Etiketler: insan hakları, yaşam, tarihimizden, sahne projesi
2024