06/04/2025 | Yazar: Yıldız Tar

"Günümüzde devletin LGBTİ+ realitesine ilişkin artık resmi bir politikası ve mitosu olduğunu belirtmemiz gerek. LGBTİ+ etkinlik yasaklarından, “Aile Yılı” ilanıyla birlikte düşünmemiz gereken o meşum kanun teklifi taslağına kadar atılan ve atılmak istenen her adım, geniş bir popülist inşa süreci bağlamında değerlendirilmeli."

İktidarın LGBTİ+’larla derdi ne? Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Fotoğraf: Meltem Ulusoy / csgorselarsiv.org

“Fakat hakikat bu kadar güçlüyse, faşistler nasıl oluyor da Yahudilerin onu ezeceğini tahayyül edebiliyorlardı?”

Federico Finchelstein’ın “Faşist Yalanların Kısa Tarihi”nde Nazi faşizminin hakikatle kurduğu paranoyak ilişkiyi ve faşizmin hakikate el koyma stratejilerini anlatmasının hemen ardından sorduğu bu soru, güncel popülist rejimlerin, adına dezenformasyon denilen karalama kampanyalarını anlayabilmek açısından hâlâ önemli bir soru. Nihayetinde Finchelstein’in belirttiği üzere popülizmi, faşizmin demokrasiye uyarlanmış hali olarak değerlendirmek mümkün. Türkiye ve Rusya’da diğerlerinden önce başlayan; ABD, Macaristan ve Brezilya’da en çarpıcı örneklerini gördüğümüz ancak ismi geçen ülkelerle sınırlı olmayan bir popülist siyasal şiddet dalgasının pençesindeyiz. İki dünya savaşı arası dönemdeki kadar sert ve belirli merkezlerde kümelenip buradan dünyanın geri kalanına ihraç edilen bir faşizmler döneminde olduğumuzu söylemek -şimdilik- gerçeği abartarak yorumlamak olacaktır. Ancak, popülist baskıcı iktidarların faşizmin hakikate el koyup onu tersyüz edip komplo teorileri ve yıkıcı duygularla paketleyerek yeniden piyasaya sürme mekanizmalarına fazlasıyla benzer mekanizmaları kullandığı da aşikâr. Trump'ın ikinci dönemi ve ilk gün kararnameleri ile daha yoğun bir şekilde tartışılan bu mekanizmaların, Türkiye ve Rusya’da çok daha önce hayata geçirildiğini belirterek; esas konumuz olan hakikat, yalanlar ve siyasal şiddet tekeline giriş yapalım. “Post-truth çağı” kavramı ve bu kavram üzerinden dezenformasyon meselesi üzerine düşünen ve yazan entelektüellerin büyük bir bölümü, bu mekanizmaların LGBTİ+ karşıtı küresel bir dalgayı yaratmaya nasıl “katkı sağladığını” bilinçli ya da bilinçsiz olarak görmezden geliyor. Oysaki Nazi faşizminin kurucu anlatısındaki “homoseksüel” düşmanlığı gibi, otoriter ve popülist siyasetlerin kurucu mitlerinde de “cinsiyetsizleştirme” tehlikesi önemli bir yer tutuyor. Alman faşizminin ilk dönemlerinden itibaren henüz bebek adımları atan cinsellik çalışmaları ve homoseksüel özgürleşme mücadelesine yönelmesi, araştırma merkezlerini basarak tüm kayıtları yok etme çabası ve eşcinselliği yasaklayan kanun maddesini daha da baskıcı bir biçimde bir tür “cadı avı” için kullanması, faşizmin kurucu mitleriyle ilgili bir hamleydi. Bunu hem bir düşman hukuku hem de norm devleti ve önlem devletinden müteşekkil Alman faşist devlet yapısında önlem devletinin devreye girmesi olarak yorumlayabiliriz. Pembe üçgenlerle damgalanan “homoseksüellerin” toplama kamplarında katledilmesine varan süreç, üstün Alman ulusunun inşası için kullanılan tuğlalar arasında yer aldı. Bu sürece eşlik eden anlatı “homoseksüelliğin doğaya karşı bir sapma” olduğu yalanı kadar toplumsal düzene ve ulusal güvenliğe tehdit olduğu yalanıydı. Bu iki anlatı (sözde bilimsel olanla siyasal olan diye ayırabiliriz) iç içe işleyen, rasyonel akıl açısından baktığımızda birbiri ile çelişiyor gibi görülse de tıpkı ikili devlet mekanizmasındaki gibi birbirini besleyen hatlar olarak görülmeli.

Soğuk Savaş döneminde ABD Senatosu’nun “homoseksüelleri” bir ulusal güvenlik sorunu olarak tarifleyen ve topluca işten atılmalarına yol açan kararı ve Sovyet Rusya’nın “burjuva yozlaşmışlığı” olarak damgalayarak sürgün ve hapis kararları da bir paranın iki yüzü gibi düşünülebilir. Tarihsel olarak 1800’lerin sonunda ortaya çıkan faşizmin kesintiye uğrattığı Soğuk Savaş’ın engellemeye çalıştığı cinsel özgürlük ve kurtuluş hareketi şimdiki adıyla LGBTİ+ hareketi, Stonewall isyanı ile bu karanlık dönemi kapatıp yeni bir döneme kapı araladı.

Aradan yıllar geçtikten sonra yerkürenin dört bir yanında geçmişte kaldığı düşünülen bu zulmün hayaletleri bu sefer popülist liderler ve onların hem şekillendirdiği hem de takip ettiği yığınlar eliyle hortlatılıyor. Geçmişte ulus devlet sınırlarını aşan bir topluluk olması hasebiyle (Soğuk Savaş anlatılarında LGBTİ+’lar ‘birbirlerini gizli bir dille tanıyan, güvenilmez, ulusal çıkarlara aykırı hareket edebilecek bir topluluk’ olarak tarifleniyordu,) hedef tahtasına oturtulan LGBTİ+’ların, günümüzde kim ve ne olduğu belirsiz birtakım küreselcilerin, dünyayı cinsiyetsizleştirmek için kullandıkları bir proje olduğu anlatısı ile tehdit ve düşman olarak işaretlenmesi tarihsel bir sürekliliğe işaret ediyor. Bu süreklilik, her şeyin aynı olduğu anlamına gelmiyor. Aksine yaygın komplo teorilerinin yeniden canlandırıldığı ve bu yeniden canlandırma sürecinde güncel toplumsal ve siyasal sistemin mekanizmalarını kendi bünyesinde topladığı manasına geliyor.

Türkiye'ye geldiğimizde ise batılı LGBTİ+ düşmanlığından izler taşıyan ancak tarihsel, toplumsal ve siyasal açıdan farklılıkları da içeren başka bir süreçle karşılaşıyoruz. Modern Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde gazetelerin magazin ve üçüncü sayfa haberlerinde bazı temsiller ve batıdaki “homoseksüel tehlikesine” karşı uyarı niteliği taşıyan uydurma haberler, uzun bir süre hüküm sürüyor. Yok saymanın ötesinde bir resmi devlet tutumundan henüz bahsedemeyeceğimiz bu dönem, LGBTİ+ kimliklerinin toplumsal hafızaya “ucube” olarak işaretlendiği ancak eşzamanlı olarak Batı’daki örnekler üzerinden bir tür tehdit algısının ilk nüvelerinin de oluşturulduğu bir dönem olarak düşünülebilir. Batıdaki “hastalık” ve “suç” ikili mekanizmasına benzeyen ancak onun kadar kurumsallaşmamış bir “tuhaflık” ve “tehdit” mekanizması, ilerleyen dönemde resmi devlet politikasını da belirleyecektir. Burada bir parantez açarak, LGBTİ+ kimlik ve edimlerinin Türkiye Cumhuriyeti yasalarında doğrudan suç olarak tariflenmemesini bir tür “ilericilik” olarak görmediğimi, aksine bunun sebebinin görmezden gelme, yok sayma ve daha da önemlisi insandışılaştırma stratejileri olduğunu vurgulamak istiyorum. Zira suç insana aittir. Ancak “ucube” ve “tehdit” olarak işaretlenmek sizi bu insanlık kategorisinin dışına iten bir teşrifattır.

Türkiye'deki LGBTİ+ karşı resmi devlet söyleminin seyrine ilişkin ilk ve en önemli kırılma 1980 askeri darbesiydi. Darbecilerin özellikle trans kadınları ve bir bütün olarak ikili toplumsal cinsiyet matrisine aykırı ilan ettiği “homoseksüel, şorolo ve kadın kıyafeti giyen erkekleri” sistematik işkence, kentlerden sürgün ve sahne yasaklarıyla ıslah etme çabası, o güne kadar siyasal alandan çok toplumsal alanda kontrol edilmeye çalışılan LGBTİ+ realitesini, birdenbire merkeze taşıdı. Buna cevap olarak transların Gezi Parkı merdivenlerinde açlık grevi ile eşcinsel ve transların siyasi partileşme girişimleri uzun soluklu olmasa da, devletin resmî ideolojisinin LGBTİ+’ları gündemine almasına bir yanıt olarak değerlendirilebilir.

90’larda darbe dönemi şiddetinde bir azalma olsa da 96 Ülker Sokak saldırıları, “travesti terörü” kavramının bütün zihin dünyamızı şekillendirecek ölçüde yaygınlaşması ve fonda devam eden “homoseksüel Batı” miti resmi söylem ve kurucu mit inşasının bir parçası olarak görülebilir. Aynı dönemin Ankara’da Kaos GL ve İstanbul’da Lambda İstanbul üzerinden uzun soluklu LGBTİ+ mücadelesinin başlangıcı olduğunu da not etmek gerek.

2000’ler ve AKP'li yıllarda devletin LGBTİ+ politikasını tartışmak bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşar. Ancak bu dönemi incelemeye çalıştığım beş yazılık bir dizi daha önce Gazete Duvar'da yayınlanmıştı. Gazete Duvar’ın kapanmak zorunda kaldığını cezaevinde öğrendim. Eğer o yazılar hâlâ erişime açıksa o dosyayı okumanın, bundan sonra öne süreceğim tezler açısından önemli olduğunu belirterek devam edersek; günümüzde devletin LGBTİ+ realitesine ilişkin artık resmi bir politikası ve mitosu olduğunu belirtmemiz gerek. LGBTİ+ etkinlik yasaklarından, “Aile Yılı” ilanıyla birlikte düşünmemiz gereken o meşum kanun teklifi taslağına kadar atılan ve atılmak istenen her adım, geniş bir popülist inşa süreci bağlamında değerlendirilmeli. Bu bağlamda yazının başındaki soru tekrar gündemde: Eğer ki siyasal iktidar dediği kadar güçlüyse, “bizde Batıdaki gibi sapkınlık ve ahlaksızlıklar” mümkün değilse, yerli ve milli toplum ve aile yapımız sarsılmaz bir bina gibiyse; nasıl oluyor da LGBTİ+’lar, iktidarın bu mitosunu yıkabilecek kadar tehlikeli olabiliyor?

Bu sorunun tek bir yanıtı yok. Daha doğrusu sorunun kendisi yanlış. İktidarı salt rasyonel akılla işleyen bir mekanizma olarak görmek, bu sorudaki bu ikili yaklaşımı algılamamızı engelliyor. Oysaki iktidar dediğimiz birbiriyle çeliştiğini varsaydığımız söylem ve eylemleri bir arada işleten bir sistem. Türkiye'deki LGBTİ+ karşıtlığında da bu sistem; insanlığın sonunun geleceğini, nüfusun azalarak biteceği komplo teorisini devlet söylemi haline getirerek hakikate el koyuyor. El koyduğu bu hakikati ise, küresel bir “cinsiyetsizleştirme” akımı olduğu yalanıyla yeninden canlandırıyor. Bu anlatı, eyleme ise “biyolojik cinsiyete aykırı tutum ve davranışların” cezalandırılması fantezisi olarak tercüme ediliyor.

Peki neden? Siyasal iktidar, nüfus meselesi ile LGBTİ+’ların bir alakası olmadığını bilmiyor mu? LGBTİ+ olmanın özenerek olunacak bir şey olmadığından bihaber mi? İnsanlık var oldukça LGBTİ+’ların da var olacağından haberi yok mu?

İktidarın LGBTİ+ meselesinde cahil olduğu için bu adımları attığı fikrinin kendisi de bir tür mit ve komplo teorisi. Aksine, tıpkı Nazilerin uyguladığı yöntemlerindeki gibi; günümüz popülist ve otoriter iktidarları da LGBTİ+ düşmanlığını bir tür yönetme aracı olarak kullanıyor.

Yazının başında alıntıladığım “Faşist Yalanların Kısa Tarihi” kitabında Finchelstein, Arjantinli faşist Julio Meinvielle’nin “pagan tarzı bir yaklaşım, yabancıyı, yabancı olduğu için reddeder; Hıristiyan yaklaşımı ise yabancıyı, ülkenin alî menfaatlerine zarar verdiği ölçüde reddeder; pagan yaklaşımında Yahudi’den Yahudi olduğu için nefret edilir ve reddedilir; Hıristiyan yaklaşımında ise Yahudilerin yıkıcı misyonunun farkında olan Hıristiyanlar, onların kendilerine zarar vermesini önlemek için etkilerini sınırlar” sözlerinden bahseder.

Benzer bir yaklaşımın Türkiye’deki siyasi iktidar tarafından LGBTİ+ realitesi bağlamında benimsediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir yanda bu ülkede kimsenin ötekileştirilmediği yönünde herkesin yalan olduğunu bildiği ancak iktidar sözcülerinin ağzına pelesenk olan bir söylem mevcut. Herkes sadece kendisine ve çevresine baksa, bu söylemin muazzam bir yalan olduğunu fark edebilir. Ancak popülist iktidarlar bu tarz söylemlerle tek tek yurttaşlarını ve mensup oldukları, aidiyet bağı kurdukları siyasal ve toplumsal yapıları bu tarz bir yüzleşme pratiğine girme yükünden kurtarıyor. Hayatın olağan akışı içerisinde yaşanabilecek karşılaşmalar ve bu karşılaşmaların yaratabileceği sorgulamalar bir yanıyla külfetli bir iştir. Siyasal ve toplumsal özne olmak, kendiniz ve fikirlerinizin her karşılaşma ile sorgulanmasını ve meydan okumaları kabul etmenizi gerektirir. İktidarın el koyduğu hakikati, yalanlarla piyasaya sürmesi işte tam da böylesi bir zeminin mümkünatını elden alıyor. El konulan sadece hakikat olmuyor. Siyasal iktidarlar bu yolla birbirine karışarak yeni sentezler yaratabilecek farklı yoğunluktaki kitleler arasına camdan duvarlar örmüş oluyor. Ötekini gördüğünüz, iktidar eliyle dikizleyebildiğiniz ancak anlamlı bir temas ve etkileşim imkânının olmadığı bir düzenek…

Bu düzeneğin LGBTİ+ düşmanlığının taşıyıcısı olma vasfı yüklenen kesimlerde yarattığı etki aşikâr. Ancak aynı düzenek LGBTİ+’ları ve LGBTİ+ mücadelesi yürütenleri de politika yapamaz hale getiriyor. Sadece bağırabildiğiniz, pratikte esneme becerinizi yitirdiğiniz, öfkenizi iktidara yöneltemediğiniz için hem kendi içinizde hem de destekçilerinize haksız bir şekilde yönelttiğiniz bir siyasetsizlik alanına hapsediliyorsunuz. Sürekli savunma pozisyonunda kalmak, siyasal ve toplumsal eşitlik mücadelesi yürütenleri bir süre sonra hakkında üretilen mitlere kendisinin de inandığı paranoyak bir hale sürükleyebiliyor. Tıpkı Hitler rejiminin Yahudilerin hastalık taşıdığı ve bütün bir toplumu kirleriyle hasta edeceği söylemiyle toplama kamplarına toplaması ve bu kamplarda her türlü hijyen imkânlarından yoksun bırakarak hasta ve kirli olmalarına yol açtıktan sonra, “Biz demiştik, haklıyız” demesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. LGBTİ+’ların toplum dışı olduğuna yönelik her baskıcı müdahale, LGBTİ+’ları toplumun daha da dışına iterek kriminal ve haydutvari bir ortama hapsediyor ve iktidarın kötücül kehanetlerinin kendi kendisini doğrulamasına yol açma riski taşıyor.

Bahsi geçen düzenek bir yandan da, LGBTİ+’ların kendisiyle değil LGBTİ+ olmayı özendirmesi ve teşvik etmesiyle derdi olduğu iddiasını dillendiriyor. Bu iddianın gülünçlüğü ve gerçek dışılığı yukarıda bahsettiğim mekanizmaların işlemesini engellemiyor. Aksine, kendini sorgulama külfetinden kurtarılan yığınların enerjisini boşaltabileceği insan-dışı bir düşman yaratıyor.

Tam bu noktada LGBTİ+ hak mücadelesi yürütenler olarak kendimize sormamız gereken soru şu: İktidarın yarattığı hayali canavarlar mı olacağız yoksa her şeye rağmen toplumun geri kalanıyla kibirden arınmış, sahici bir diyalog zemini inşa etmek için mi çabalayacağız?

*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir. 


Etiketler: insan hakları, medya, nefret suçları, kent hakkı, aile, siyaset, cinsellik, tarihimizden
İstihdam