24/06/2015 | Yazar: Yıldız Tar

‘Biz ne yaptık da bunu hak ettik? Yıkımdan sonraki günün akşamında kimse yoktu be abi. Çok koydu bana. Utanmasam ağlayacaktım.’

Karaköy’deki gece operasyonunun ardından yıkıntıların arasında: “Biz ne yaptık da bunu hak ettik? Yıkımdan sonraki günün akşamında kimse yoktu be abi. Çok koydu bana. Utanmasam ağlayacaktım.”
 
Aklımda iktidarın neşeyi, eğlenceyi, mutluluğu neden sevmediği sorusuyla gidiyorum Karaköy’e, Perşembe Pazarı’na. Bir gece operasyonuyla yıkılan, darmaduman edilen bir zamanların “bir tatlı huzur” almaya gidilen yerine. Niye gidiyorum bilmiyorum, ne cevap bulacağım böylesi bir yıkım içinde ondan da hiç emin değilim. Gazetecilik dürtüsünden, haber yazmaktan başka bir şey sürükleyen beni oralara. Belki de daha geçen hafta, her şeyden bunaldığımız bir anda hiç de planda yokken gidip nefes aldığımız mekanlara son bir kez bakma arzusu…
 
Perşembe Pazarı balıkçıların olduğu yerden başlayarak tamamen yıkılmış. Dozerler her yeri ezip geçmiş. Ağaçların yerlerinden söküldüğü, balıkçıların tanıtım kartlarının yerlere saçıldığı bir manzara karşılıyor beni. Çok değil daha geçen hafta adım atmakta zorlanacak kadar kalabalık olan, balıkçıların “Balıklar taze ablacım”larının kedi miyavlamalarına karıştığı alanda; bir elin parmağını geçmeyecek kadar insan kalmış. Bir kısım insan yıkımı fotoğraflıyor, esnaftan kalanlar ise sanki zamanda asılı kalmışlar gibi duruyorlar öylece. Arada bir sigara yakılıyor, alışkanlıktan kalma bir şekilde el süpürgeye uzanıyor. Temizlenecek ne kaldıysa?
 
Meyhanelerin ve balık lokantalarının olduğu kısma geçildiğinde yıkımın boyutları büyüyor. Sanki büyük bir hortum Karaköy’ün son moda, ziyadesiyle pahalı hipster mekanlarına hiç ellemeden burayı ezip geçmiş gibi. Ağaçlar köklerinden sökülmüş, balıkçı kulübeleri yıkılmış. Yerlerde paramparça edilmiş betonlarla köksüz ağaçlar kol kola geçmiş.
 
Bir iki kare fotoğraf çekeyim derken muhtemelen aynı yaşta olduğumuz biri yaklaşıyor yanıma. “Gazeteci misin abi” diye soruyor. Evet, dememle başlıyor sormadan anlatmaya…
 
Buradaki balıkçıların birinde çalışıyormuş. Mardinliymiş. Geceleri de kalacak yeri olmadığı için kulübede yatıyormuş. Polisler 22 Haziran’da geceyi sabaha bağlayan saatlerde gelmişler. Başta anlamamış ne olduğunu. Kulübenin içindeyken o birden dozer inmiş üzerine. “Canımı zor kurtardım abi”, diyor. “Birden girdiler, her yeri yıktılar. Hiç anlamadık neden oldu. Biz ne yaptık bunlara abi? Biz ne yaptık da bunu hak ettik?”
 
Neden, diye soruyorum. Bu yıkım neden? “Ruhsatsızmışız, öyle dediler” diyor. Yine hiç durmadan anlatmaya devam ediyor: “Madem ruhsatımız yoktu neden şimdi yıktılar? Yıllardır buralardan kaç kişi ekmek yiyor biliyor musun sen abi? Taa Sirkeci’den insanların ekmeği burada. Hele geceleri bir görsen burayı. O kadar güzel oluyor ki… Herkes bir yerde oturuyor. Sohbet, muhabbet. İçkisini içen içkisiyle, alkol kullanmayan sadece balığıyla püfür püfür oturuyorlar. Yıkımdan sonraki günün akşamında kimse yoktu be abi. Çok koydu bana. Utanmasam ağlayacaktım.”
 
Yıkılan kulübesini gösteriyor. “Bak bu benim evimdi, yıktılar” diyor. Bir yandan da esnafın ve çalışanların çoğunun memleketlerine döndüğünü söylüyor. O da dönecekmiş en kısa sürede. “Bizi bitirdiler, ne yapayım artık İstanbul’da” diyor.
 
İsmini soruyorum. “Boş ver” diyor. Bu ülkede en ufak bir meselede bile konuşanların başına neler geldiğini bildiğimden boş veriyorum ismini. Ne de olsa istisnasız herkesin zihnine “Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganının kazındığı bir yerdeyiz.
 
“Ne güzeldi buralar” lafı takılıp kalıyor bende. Tam o anda sahili izleyen boş bir sandalye görüyorum. Haliç’e bakan insansız bir sandalye kurtulmuş yıkımdan. Arkası harabeye dönük, önü tarihi altın boynuza.
 
Başka esnaflar bulmaya çalışıyorum. Ne soracağımı da bilmiyorum ama biraz dertleşiriz belki diyorum. Köşede kendi arasında konuşan bir grubun yanına gidiyorum. “Beltur” diyor biri: “Beltur gelecekmiş buraya o yüzden yıkmışlar bizim dükkanları”. Diğeri itiraz ediyor, “Olmaz öyle şey” diyor. Bir başkası ise Karaköy’deki yeni şık mekanlar gibi olacağını söylüyor Perşembe Pazarı’nın. Nihayetinde hepsi tek bir şeyde ortaklaşıyor: Dükkanlar neden yıkıldı kimse bilmiyor. Yerine ne gelecek yine kimse bilmiyor.
 
Yavaş yavaş ayrılırken yerlere saçılmış balıkçı kartlarını tekrar görüyorum. Bilmiyorum neden ama bana en hüzünlü gelen kare oluyor. Yanlarında ise yıkımı özetleyen tek bir gazete parçası. Üzerinde Ahmet Davutoğlu’nun fotoğrafının olduğu bir AKP seçim reklamı…
 
Son bir sigara yakıyorum köprünün üzerine çıkıp. Biraz daha uzaktan bakmak istiyorum manzaraya. Harabeye dönmüş alana. Bir neşe kırıntısı kalmış mıdır acaba? Yoksa Walter Benjamin’in tarih meleğine dönüşmek mi kaderimiz?
 
“Klee’nin Angelus Novus adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.” 

Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam