06/02/2024 | Yazar: Gözde Demirbilek

Kaybın ardından hakkıyla veda etmenin sorumluluğunu, artık düşünemeyecek ve hissetmeyecek dolayısıyla fiziksel bir acı çekmeyecek olmalarına rağmen hangi sebepten olursa olsun insan onuruna yaraşır gömülme hakkı elinden alınanların gerçekliğinden alırız.

Kayıp, yas ve matem üzerine bir deneme Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Resim: Lot 304, Karl Knaths

1 Şubat’ta gerçekleştirdiğimiz Yıldız Tar ile Söz Konusu’nun birinci bölümünde konuşan Doğukan Kocabaş’a teşekkür ederek başlamak istiyorum. 

Hepimiz için konuşması, genel olarak konuştuğumuz zemine göre hassaslaşan bir dönemin içinde olduğumuzu düşünüyorum. Bu programda Doğukan’ın dikkat çektiği psikopatolojilerden beslenmeye eleştiri, ruh sağlığı uzmanı ya da profesyoneli olmamama rağmen bana güçlü ve desteklenmiş hissettirdi. Sanıyorum bu eleştirinin bazı konuların sadece psikoloji alanı dahilinde konuşulabileceğinin söylenmesine karşı çıkış tarafı, meseleyi Ruh Sağlığı Uzmanları x Danışanlar ikiliğinde görmenin de büyük ölçüde önüne geçiyor. Erişebildiğimiz ölçüde danışan pozisyonunda dahil olduğumuz terapi süreçleriyle ilgili çok çeşitli deneyimlerimiz olduğunu biliyorum, bir lubunya arkadaşım tarafından benimsenen anlayışta ortaklık hissetmek süreğen destek almadığım bu dönemde konuyla ilgili geçmiş bir araştırmamı da hatırlattı.

Birkaç yıl önce terapi sürecinde, nereden bulduğumu şu an yazarken hatırladığım bir kavramı konuşmuştum ve bugün bu yazıyı yazarken o kavramla ilgili zaten çok az olduğunu hatırladığım kaynakların hiçbirini bulamadım. Çok ilginç, bulamayınca şüpheye düştüm, aradığım kavram “kayıp yas” kavramı. Kaybı ve yası ima etmiyor kalıp olarak, kayıp – nereden ve neden olduğu belli olmayan bir yas sürecinden söz ediliyor(du). Sonra böyle bir kavram hiç olmamış olsa dahi hissettirdikleri üzerine terapide konuştuğumu hatırladım. Tabii bu tüm düşünme sürecini doğru hatırladığım anlamına gelmez, yine de özellikle bir yazıda verilen iki örneği anlattığımı ve kendimle ilgili nereye bağladığımı şimdi hatırladığım gerçeğini değiştirmez. Her neyse, bu iki örneğin bulunduğu yazıyı ararken “Yas Sürecinde Uygulanan Psikolojik Müdahale Yaklaşımlarının Doküman Analizi İle İncelenmesi” makalesiyle karşılaştım. Bulamadığımdan beni uzaklaştırması için kastedilen psikolojik müdahale neleri içeriyor diye, “müdahale” kelimesine tikeldiğim için okumaya başladım. Konu o kadar hızlı bulamadığıma bağlandı ki inanamayacaksınız.

Makale şöyle başlıyor, hiç değiştirmeden alıyorum:

“Yaşamı boyunca bir insan, hayatında farklı rolleri olan kişilerin kaybından endişe duymakla beraber onlardan en az birinin kaybını deneyimlemiştir. İnsanoğlu, binlerce yıldan beri kayıplarından dolayı yas tutmaktadır (Worden, 2003).”

Ben “kayıp – nereden ve neden olduğu belli olmayan yas” kavramını araştırdığımı düşündüğüm dönemde aslında başka bir yerden düşünsem “kayıp yas”ın nereden geldiğini anlayacakmışım. Binlerce yıldır yas tutuyorsak, herhangi bir yasın neden ve nereden olduğu aidiyet sorgusuna çok da açık değildir. Bir eşyayla dahi bağ kurar, kaybetmemek ve yasını tutmamak için onları evlerimizde saklarız. Hatta, bazen üstüne yatılabilen bir yerin altında eşyayı korumak anlamında saklamamız için tasarlanmış bazalarımız vardır – görünmeyen yerlerde pek çok açıdan güvende olacağını düşündüklerimizi, uyuduğumuz yerin hemen altında tutmak için. İnsan olarak geçmişte kişisel eşyalarımızla gömülmüşlüğümüz olmuştur. Bunu düşünmek, bir insanın ölümü ardından yakınlarının nasıl bir yas süreci yaşadığıyla ilgili doğrudan bilgi vermese de topluluk ve toplum anlayışına dair bir şeyler söyleyebilir.

Belki bir örnek bugünden farklı neler söylediğini düşündüğüme dair daha açık olmamı sağlar: Yakın bir zamanda anneannemin cenazesi için Bandırma’ya gittim. Evin her yeriyle anneannemin yokluğunu haykırmasını dedemin nasıl yaşadığını anlamaya çalıştım. Çoğunlukla anneannem tarafından dizilmiş ve paylaşılmış olan bu evde şimdi hepimiz gittikten sonra dedemin nasıl yaşayacağı sorusuyla birlikte anneannemin ördüğü ev yeleklerini paylaşmamız yasımı şekillendirdi. Anneannem hiçbir eşyasıyla gömülmediği gibi kıyafetleriyle birlikte birçok eşyası ölümünden sonra hatıra olarak saklanmak için alındı. Ben de torunu olarak aldığım yeleği eve getirdiğim çantadan bir süre çıkarmayarak, onun evin içinde olduğunu bilerek bir yere sakladım ki kendimi farkında olmadan doğrusal bir yas sürecine sokmaya zorlamayayım. Yelekle birlikte eve döndüğümde yeniden hissetmekte zorlandığım hissin şaşırtıcı olmayan bir şekilde “bir arada olmak” olduğunu fark ettim. Kuzenim, teyzem ve annemle birlikte seçerken paylaştığımız o ortak hissi, anneannemin bizi ve evlerimizi yıllarca giydirmiş olduğu gerçeği olarak tanımlardım. Acaba başka zamanlarda geride kalan eşyalar yaşamaya devam edenlerin yas sürecini nasıl şekillendirirdi?

Kayıp ve erken yas dönemleri, haklının biraz da acelesi olduğunu gördüğümüz zamanlardır. Kaybın ardından hakkıyla veda etmenin sorumluluğunu, artık düşünemeyecek ve hissetmeyecek dolayısıyla fiziksel bir acı çekmeyecek olmalarına rağmen hangi sebepten olursa olsun insan onuruna yaraşır gömülme hakkı elinden alınanların gerçekliğinden alırız.

Eşyayla ilişkili olmayan bir kayıp sürecinde aidiyetle ilgili düşüncelerimiz karışır, sorgu durumuna gelmeden bu karışıklığı rahatlatmamız hatırı sayılır bir önem taşır. Çünkü bizler yasta aidiyetle ilgili şimdi fiziksel bir ikileme düşeriz. Kaybedilen kişiyle yaşadığı dönemde sırası belli olmayan bir şekilde çeşitli konularda ortaklıklarımızı, zıtlıklarımızı ve değişebilirliğimizi paylaşırız. Yas, şimdi artık karşılıklı olamayan (hiç tanımadığımız birine dairse daha önce de karşılıklı gerçekleştiğinden emin olunamayan) bir paylaşım zincirini hatırlatır. Bizim düştüğümüz ikilem, artık cevap veremeyecek olmasıyla ve bizim zihnimizde hatıraların cevap veremeyecek olmasına rağmen yaşamaya devam edebilmesiyle ilgilidir.

Biz bir ikilem yaşarız çünkü yası da somut – soyut ikiliğinde görmeye teşneyizdir. Bu, insanlık tarihinin hiçbir yerinde suç olamayacak şekilde ölüme verdiğimiz tepkilerden biridir. Ölen değilizdir, tepkimizi toplumsal bir aidiyet sınırı içinde şekillendirmeye itebilir bu bizi. İtebilir çünkü ölen olmadığımız için şimdi etrafımızda bu hissi paylaşabileceğimiz insanlar varken bizler ölenin nasıl bir his içinde olduğunu paylaşamadığımız için, aidiyet sınırı içinde bir tepki koyarken iradî anlayışımız zorlanır. Nitekim, yası düşünürken kendinden bilinçli seçimlere değil bir başkasının ne yaptığını duymaya ve öğrenmeye ihtiyacımız vardır. Bu zorlanmanın, önerimizde samimiysek iddiamıza içkin olduğunu bilmenin birbirimizi duymamız dolayısıyla duyumsamamız için önem taşıdığını da zaman içinde ve çok kez deneyimleriz.

Hiçbir maruz bırakandan etkilenmediğini iddia etse bile tepkimiz, insan olmaya dair koyduğumuz aidiyet sınırının altına düşmememiz gerektiğini hatırlarız tabii ama yası bir ikilik halinde görmenin sakıncaları neler olabilir?  

Örneğin tanıdığımız birini kaybettikten sonra bu paylaşım zincirini sık hatırlıyor hale gelmek, bize yas tutmanın bir parçası değilmiş gibi gelebilir. Oysa dahildir, hatırlamaya duyulan ihtiyaç görmezden gelinemeyecek şekilde kaybın kabulünü işaret eder. Biz pektabii kaybı da doğrusal bir zaman çizgisinde ve kesintisiz kabul etmeyiz. Yası bir süreç olarak öğrenmek ve bir dahakine nasıl kurgulayacağımızı planlamak bir deyişle bizim eşyamızın doğasına terstir; bunu içten içe düşünür hedefleriz, yasımız bununla şekillenir ancak hatırlamaya duyulan ihtiyacın doğrudan kaybın değilse dahi kayıp gerçeğinin farkındalığını işaret ettiğini söylemek belki daha doğru olabilir.

Yastan kaçıyor hissetmenin çoğu zaman bu farkındalık halini zamana yaymayla ilgili deneyimleri olur. Örneğin, aynı evi paylaştığımız birinin kaybının ardından zil çaldığında bir an için onun geldiğini düşünmek bir deneyim olarak gerçeği reddediyor olup olmadığımızı sorgulatabilir. Böyle anlarda gerçeği hatırlamış olmak yetmez ve nasıl bir yas tuttuğumuzla başlayan sorgumuz kendimizi yanlış bir yas pratiği içinde görüp aslında yas tutmamışız da şimdi artık doğru şekilde tutmaya en baştan başlayacakmışız ve daha dikkatli olmalıymışız gibi hissettirebilir. Yasla ilgili kaybın hiç yaşamadığını ima eden bu yanılsamayı bir sürecin bütününe yayarak okumamamız gerekir, insan olmaya dair koyduğumuz aidiyet sınırı bu gerekliliği de kapsar. Eğer ölüm üzerinden bir yanılsama yaşıyorsak, en temelde yaşıyor olduğumuz için bu yanılsamanın sorumluluğunu almak sürecin bütününe yaymamak için önemli bir adımdır.

Sadece yas için değil, genel itibariyle yanılsamanın utancı oldukça yıkıcıdır. Özyıkım, utanç sürecinin neresinde ortaya çıkarsa çıksın biz utanç ile terbiye edilmeye karşı çıkanlar olarak biliriz ki aynı zamanda yayılımcı ve bir anlamıyla işgalcidir. İnsanı bütünüyle bir hata olmaya çağırır, oysa bütünüyle hata olmak demek dönüşecek bir alanın olmadığı anlamına gelir. Bütünüyle bir hatanın atacağı her adım artık hatadan ibaret olacağı için dönüşmeye kendinde alan bulamaması onu hiç değilse daha az hatalı bir hale getirmez.

Bu noktada işgalciliğinin farkında olmakla birlikte, yanılsamanın düşünceden ibaret olduğunu hatırlamakta fayda var. İnsanlar fikirlerde sabitlenebilirler tabii ki ancak düşüncede hiçbir çaba bize bir şeyi aynı şekilde düşündüremez. Yanılmasaydık yanılabildiğimizi bilemeyeceğimiz gerçeğini hatırlarız, bu bütünü ele geçirmeye çalışan işgale karşı çıkarız.

Yazının burasına kadar geldiyseniz (teşekkür ederim), hatırlarsanız başlarda bir makale bulduğumdan söz ediyordum. Girişinin ilk paragrafından ileri gidemediğim bu makale, kayıp sonrası yaşanan süreci açıklayan üç kavram olduğundan söz ediyor; benim de başka haliyle aradığım “kayıp” ve “yas” ile birlikte “matem”i ayrıca ele alıyor:

“Kayıp yaşama (bereavement), bireyin sevilen birinin kaybı sonrasında içinde bulunduğu durumun nesnel ifadesidir. Sürecin toplumsal ya da dışsal bileşenini yansıtır. Matem (mourning), sevilen birinin kaybı sonrasında hüzün duygusunun yaşandığı dönemi kapsar. Bu, genellikle sevilen kişinin ölümüyle ilişkilendirilir. Yas (grief), ölüm nedeniyle kayıp yaşayan bireylerde bu kayba karşı verilen uyum tepkilerini yansıtır. Yas; fiziksel, duygusal, bilişsel ve davranışsal olmak üzere farklı tepki biçimlerini içeren çok yönlü bir duygudur (Humphrey, 2017; Malkinson, 2009; Weiss, 2001).”

Bir ruh sağlığı uzmanı olmadığımı ve bu makalenin psikolojik müdahalelerin doküman analiziyle ilgili olduğunu hatırlatmakla birlikte, yetkinliğim olmadığı için konuya ilişkin çıkarımda bulunmayacağım. O yüzden matemin kayıptan sonra yastan önce verilmiş olmasını nasıl gördüğümü belki başka bir yazıda daha detaylı anlatmak isterim ama önce makalede de tanımlanmış bu kavramların kökenlerinin bizim için neler anlatabileceğini paylaşmaya çalışacağım.

Öncelikle, Arapçadan gelen “kayıp” ve “matem”i, bütün bir sürece de adını veren Eski Türkçe “yas”ın sınırları içinde okumaya çalışmak, anlamak isteyen kendimize büyük bir haksızlık olur. Kendimize yapabileceğimiz bir diğer haksızlık da Arapça bilmiyorsak bu kelimelerin kökenlerini merak etmenin bize hiçbir zaman yeni bir şey düşündürmeyeceği fikriyle anlamaya çalışmaktan vazgeçmek olur. 

“Gayb” ile başlayabiliriz. Kökenini Türkçe dilinde araştırırken ilk göze çarpanlardan biri genel olarak dinî bir anlatının hakim olduğu. Eğer dinî anlatı, okumayı sürdürmeyi engelleyecek şekilde dil üzerinden maruz bırakıyor hissettiriyorsa okuduğumuz anlatının Türkçe olduğunu hatırlamalıyız. Anlatının bütününden ne anlayacağımızı çıkarırken hangi bağlamda araştırdığımızı hatırlamak, bunun bir anlama niyeti taşıdığını görmeye devam eder. Zaten düşündüğümüzde anlatı bize dinî geldiyse okumayı reddetmenin, dilin anlamaya çalıştığımız gerçekliğinin tarihsel sürecini de reddetmek anlamına çıkabileceğini fark ederiz. Çocukluğunda mahalle camiinde ücretsiz Kur’an okuma kursuna gitmiş olanlar dahil dil öğrenenler bilirler ki yazı dilini okuyabiliyor olmanın anlama dair bir şeyleri oturtması için özel ilgi gerekir. Maruz kalma hissi, şu an bu yazıyı okuyabilmeyi de içeren bu deneyimsel bilgiye rağmen devam ediyorsa nereden okuduğumuza bakmak, anlatının kimler tarafından oluşturulduğunu hatırlamak belki bu biçimsel maruziyet konusunda yalnız olmadığımızı da hissettirir. Çünkü dil aslında işaretlerle nasıl yazıldığını sonradan öğrendiğimiz ve daha da önemlisi harfle sınırlı olmayan bir dünyadır. Başka bir deyişle, ister görsel ister işitsel ister duyusal; ister konuşmak ister bir yazılanı okumak için tüm diller bu dünyada olanlara ait olduğu için dünya dilidir, dünyayı anlama dilidir.

“Gayb”, “gaib” ile karıştırılmaması önerilerek “akıl ve 5 duyu ile algılanamayan anlaşılmaz bir alem” olarak tanımlanmış en meşhur yerlerin birinde. “Kayıp” kelimesinin kökenini oluşturmasını, “kaybetmek” kelimesi üzerinden deneyimlerimizle değil de “(artık) algılanamayan” olarak düşünmek doğru olur mu acaba? Bu arada, dikkatimi çeken noktalardan biri de hem “alem”in hem “gayb”ın kendi içinde ikiye ve sonra daha çoğa ayrılmış olması. Bir biçimiyle görülmeyene inanmamanın bu anlayışta yeri olmadığını göz önünde bulundurduğumuzda “Algı, sadece yaşayan iki varlıkla mı ilgilidir?” sorusu bize bu kelimenin kökenine yeterince baktığımızı işaret eder.

Şimdi kelime kökenine bakmadan önce “matem”i, yazının ilk bölümünde kayıp ve yas bağlamında bir yönüyle ele almış olsam dahi hiç adıyla çağırmadığımın farkında olduğumu belirtmemde fayda var. Tüm bu içinde bulunduğumuz süreçte de aklıma gelmemiş olması, “matem” aslında yasın bir şekliyle paylaştığımız kısmı mı diye düşündürdü beni.

Eski Arapçadan geliyor ve 1290’da tamamlanan bir sözlük olan Lisânü’l-Arab’a göre şöyle tanımlandığı söyleniyor:

“‘Sevince veya kedere yol açan bir olay dolayısıyla bir araya gelmiş erkek veya kadınlar topluluğu’ anlamına gelmekte iken zamanla ölenin ardından hissedilen derin üzüntüyü, özellikle ağlayıp sızlamayı ifade etmeye başlamıştır.”

Cümlenin sonunda insanın aklına ilkin hangi anlayışla olursa olsun, ister kaybın kabulüyle ilgili bir tören olarak görülsün ister onu şimdi bizden uzak yere bir yolculuğa çıkarken yalnız bırakmamak olarak hissedilsin, cenaze evi geliyor. İster bir tören olarak ister kaybın somut gerçekliği olarak ifade edilsin akla “cenaze” gelmesi olağan çünkü “matem”in Türkçe anlatımında cenaze ve cenazede ağıt yakan kadınlar geçiyor. Bu kadar çabuk olağan gelmesi bir yönüyle de ilginç çünkü Arapça kökenden çıkarabileceğimiz sonuçlardan biri zamanında doğumun ve düğünün de matem olarak okunmuş olabileceğidir. Artık bu anlam çeşitliliği içinde okunmasa da, “cenaze”nin bir kelime ve süreç olarak bize düşündürdüklerine yönelmeden; “matem”in kutlama için de yas için de bir araya gelinmesi anlamını cinsiyetsiz okuma ve cinsiyetlendirilme sürecini yorumlama hakkını bize yukarıda okumuş olduğunuz üzere algılanış biçiminin daralmış olduğu gerçeğiyle dilin kendisi vermiştir.    

Yazının sonuna gelmişken, açık yüreklilikle sormak istiyorum sizce içkin kelimesini önüne geçilemez bir hevesle kullanırken çok da emin olmadığım anlaşılıyor muydu? Bunu düşüneceğim, hoşunuza giderse de gitmezse de yazıyı yorumlamanızı çok isterim. Umarım size okurken nasıl hissettirdiğini benimle paylaşırsınız.

Nasıl bitirmek istiyorum biliyor musunuz, araştırmanın hatırlattıklarıyla birlikte biraz da affınıza sığınarak “Bu alemde bir nebi Nuh değildir, çok şükür bizim de irademiz var” diyerek. Affınıza sığınarak dememin sebebi söylediğimin inanışla ilgili okunabilecek olmasına rağmen aslında birçok sebepten paylaşmıyor olabileceğimiz bir anlayışla ilişkili olması. Yani Nuh’a herhangi bir imada bulunmak için affınıza sığınmıyorum; böyle anlatınca, anlamaya çalıştığım sansürsüz gerçekliği ve insanlık tarihine dair gerçeklik anlatılarını bütünüyle karşı çıkmaz bir pozisyondan yorumlayabiliyor gibi hissediyorum. “Öyle olmamıştır” ile “Anlatılan gerçek değildir” noktaları arasında bir doğruda sabitlenmektense, maruz kalma hissinin içerikten ziyade biçimsel olduğunu hatırlamak, hatırlamak ve hatırlamak üzere okuduklarımı ben de yorumluyorum.

Hoşça kalın.


Video Haber İkon  İlgili Video:


Etiketler: yaşam
İstihdam