17/08/2012 | Yazar: Hakan Bilge

Aşırı esinlenme ile intihal arasında pek fark göremiyorum. Yazınsal alanda olduğu gibi sinemasal haritada da örnekleri bir hayli çok. Türk sinemasının ise sözkonusu mevzuda kabahati daha da çok.

Aşırı esinlenme ile intihal arasında pek fark göremiyorum. Yazınsal alanda olduğu gibi sinemasal haritada da örnekleri bir hayli çok. Türk sinemasının ise sözkonusu mevzuda kabahati daha da çok. Bir tür ikame sorunu yaşadık Tanzimat’tan beri. Alıp yerine koyma, inşa etme. Fakat sinema sözkonusu olunca durum çok daha vahim. 1960’lı ve hassaten 1970’li yıllarda çekilen westernler, absürd bilimkurgu filmleri, trash fantastik örnekler Türk sinemasının popüler-tecimsel anlamda nasıl bir yol izlediğinin kanıtı olarak önümüzde durmaktadır. Dar bir kadro ve düşük bütçelerle kısa zamanda kotarılan bu iş filmleri, enflasyonist bir sinema yaratmış, bu filmlerden geriye ise koskoca bir çöplükten maada hiçbir şey kalmamıştır. Bir haftada nasıl film ürettiklerini röportajlarında gülerek anlatan Çetin İnanç gibi dumur isimler, az para kazandıkları için kendini acındıran figüran-aktörler, aynı anda 15 metni birden kaleme aldıklarını gururla ifade eden senaryo yazarları (pîr-i mugânları filme çekilmiş 395 senaryosu ile Guinness Rekorlar Kitabı’na da giren Safa Önal’dır), bir araya geldiklerinde birbirlerini Alain Delon’larla, Ingrid Bergman’larla kıyaslayan ezik jön eskileri ve aktrisler… Ve daha niceleri o günlerin Yeşilçam’ını mumla arasalar da, bir daha açılmamacasına çoktaaan kapandı o eski defterler.
 
Sırf intihal mi, hırsızlık mı?
 
Bir de Hollywood’da (veya Avrupa’da) çekilmiş düzeyli sinema yapıtlarının eğilip büküldüğünü; sinema tarihinde önemli bir yeri olan belli başlı yapıtların enflasyonist bir anlayışla ele alındığını ve tamamen fabrikasyon üretim tarzıyla harcandığını görüyoruz. Birkaçına yakından bakmakta yarar var. Charlie Chaplin filmlerinin 1980’lerin tecimsel seri üretimine kurban edildiğini anarak başlayabiliriz öyleyse.
 
Sessiz sinemanın büyük maestrosu Şarlo’nun sessiz sinemanın çocuk yıldızı Jackie Coogan ile birlikte oynadığı sessiz sinema klasiği The Kid (1921, Yumurcak), 1986’da Memduh Ün tarafından Garip ismiyle çekilmiştir ve aynen ismi gibi garip bir filmdir! İki filmi karşılaştırma cesaretine girişmeyeceğim elbette; fakat Türk Şarlosu olarak anılagelen Kemal Sunal’ın bu filmdeki rolüyle sinema adına (komedi oyunculuğu adına da ) ne tür bir yenilik getirmiş olabileceğini sormak istiyorum. Aynı şekilde Memduh Ün’ün bu filmle yönetmenlik sanatına nasıl bir katkıda bulunduğu da sorulabilir. Peki, amaç ne o vakit? Bu filmlerin çekilmesinin amacı ne? Cevabı basit: TİCARET. Bütün bunlar bir yana, Kemal Sunal sinemasının toplumsal sorunları kaba bir anlayışla, absürd bir mizah anlayışıyla ele alışının kurbanı olmuştur The Kid. Kemal Sunal sineması aptal yan karakterleri (Şaban tiplemesi de aptaldır keza), çiğ müziği, mutlu sonla biten absürd senaryoları ve basbayağı kötü teknik kadrosu (yönetmeninden set âmirine) ile seyirciyi memnun etme telaşında olan bir sinema olmuştur hep. Seyirciye oynayan bir sinemadır bu. Maalesef Türk sinemasına yeni bir açılım getirdiği, yeni bir ufuk kazandırdığı iddia edilemez. Komedi sineması adına bir şey kalmamıştır miras olarak. Ve bu sinemadan geriye çok az nitelikli film kalabilmiştir.
 
Bir başka Şaban harikası da (!) Charlie Chaplin’in City Lights (1931, Şehir Işıkları) adlı başyapıtından uyarlanan 1983 yapımı En Büyük Şaban adlı filmdir. Şaban serisinin bir başka korkunç filmi ve bu kez yönetmen Kartal Tibet. Bu film de TheKid uyarlaması Garip gibi neredeyse kare kare çekilmiştir. Birçok plan ve sahnede Chaplin’in kemiklerinin sızladığı aşikâr! Üstelik sözkonusu filmde toplumsal sorunları yansıtma çabası sezilse de tribünlere oynandığı ve Chaplin’in eleştirel derinliğine (yani kapitalizm ve modernizm eleştirisine) ulaşılamadığı kesindir. Teknik meknik hak getire! Anglosaksonlar tarafından, Cahiers du Cinéma çevresi ve Fransız Yeni Dalgacılarınca (Nouvelle Vague) ve birçok Amerikalı eleştirmence bütün zamanların en iyi yapıtlarından biri kabul edilen City Lights, sözün özü, yönetmen olduğu su götürür Kartal Tibet tarafından linç edilmiştir.
 
Kemal Sunal ile birçok filmde birlikte çalışan jön eskisi Kartal Tibet’in komedi türünde verdiği yapıtların tamamı piyasa işidir ve Türk sineması açısından herhangi bir öneme de haiz değildir. İkilinin birlikte çalıştığı bir başka film de, Amerikalı yönetmen Sydney Pollack’ın Tootsie (1982) filmini çağrıştıran içler acısı film Şabaniye’dir (1984). İsme bakın: Şabaniye! Şaban fırtınasının estiği yıllarda bu isim de anormal olarak karşılanmayacaktı. İlginçtir, birçok değerli sinema oyuncusunu sinemadan el çektiren porno film istilasından etkilenmeden filmler çekebilen ve bunları izletmeyi başarabilen bir oyuncuydu Kemal Sunal. Sinema işleri ölmeye yüz tuttuğunda bu kez video filmleri çekerek ülkenin büyük bir kısmını o kendine özgü tuhaflıkları ve absürdizmi ile meşgul etmeye başarabildi. Alan da memnun satan da misali 1970’li ve 1980’li yıllarda bu filmler büyük rağbet görmüş, geniş kitlelerce izlenmiştir. Bu filmler daha düne kadar -dizi enflasyonu başlamadan evvel- prime time kuşağında defalarca kez sunuluyordu. Deyim yerindeyse geniş kitleler adeta Kemal Sunal manyağı yapılmıştı.
 
Şunu soralım ilkin: Charlie Chaplin’i oynamak için lokal bir komedi oyuncusunu hangi cahil cesareti motive edebilir? Esprileri, mimikleri ve jestleri ile Şaban, hep o bilindik Şaban’dır ki Chaplin’i taklit ettiği filmlerde de ortajen oyunculuk klişelerini kaba bir şekilde pratize eder. O kendine özgü “hihihi” şeklindeki gülüşü, olur olmaz sakarlıkları, ekonomik oyunculuğu ve az çalışan beyniyle Şaban tiplemesi şu günlerde eskiye nazaran popülaritesini muhafaza edemese de Kemal Sunal filmleri haşmetli kapitalist tüccarlarca “Türk sineması klasikleri” olarak addedilip bu kez de VCD ve DVD formatında pazarlanmaktadır.
 
Madalyonun öteki yüzü ise kuşkusuz seyirci profili/psikolojisidir (‘sürü psikolojisi’ olarak okuyun). Bir toplumun neye güldüğü ile ilgili şu eski klasik sorun. Soru: Charlie Chaplin’e gülebilen biri Şaban’a da gülebilir mi? Marx Kardeşler’e ve Woody Allen’a gülen seyirci Şahan Gökbakar’a da aynı iştahla gülebilir mi? Harold Lloyd ve Buster Keaton’a gülenler Recepİvedik ya da Ata Demirer karşısında da kahkaha atabilirler mi? Tamam tamam, sadece şaka yapıyorum. Sorularımı geri alıyorum. Ama şunu da ekleyeceğim: Bütün bu komedyenlere gülen ve üstüne bir de Şaban karşısında kahkaha atarak karnı yarılanlara bir sözüm yok; fakat Kemal Sunal ile büyüyen, televizyonda onu gördüğünde kumandayı yastığın altına saklayan pijamalı amcalarımın kültürel vizyonu Charlie Chaplin’e, Buster Keaton’a, Laurel ve Hardy’e, Woody Allen’a, Peter Sellers’a, Fernandel’e ya da Marx Kardeşler’e bir hayli yabancıdır. Zaten Kemal Sunal sinemasının hitap ettiği veyahut hedef aldığı kitleler, intelijansiya değil; bilakis köy romanlarında öteden beri bahsedilen halktır. Ne idüğü, kim olduğu belirsiz ve her daim romantize edilegelen halk. Bu müphem halk sözcüğünün Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Franz Kafka, James Joyce, Virginia Woolf, Robert Musil, Jorge Luis Borges ve Italo Calvino’nun romanlarını; Karl Marx, Friedrich Nietzsche, Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Jacques Derrida, Michel Foucault ve Jean Baudrillard’ın felsefe kitaplarını okuyan; Sergei Eisenstein, Alfred Hitchcock, Federico Fellini, Luis Buñuel, Jean-Luc Godard ve Orson Welles izleyen; Antonio Vivaldi, Ludwig van Beethoven, Johannes Brahms, Wolfgang Amadeus Mozart, Maurice Ravel, Sergei Rachmaninoff ve Frédéric Chopin dinleyen, Pablo Picasso ile Salvador Dali arasındaki farkı bir çırpıda sıralayan halk olmadığı kesindir. Mevcut ifadelerim ayrımcılık ve elitizm kokuyor olabilir; fakat Şabaniye’yi ben yönetmedim! Özalisyon dönemlerinde halkı uyuşturan o salak komedileri ben çekmedim! Bu filmler, 12 Eylül iktidarının pekiştiricisi/tamamlayıcısı/genelleştiricisi Özal hükümetinin politikalarına koşut okunduğunda ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır. 1970’lerde ülke 12 Eylül faşizmine doğru yuvarlanırken erotik-pornografik patlama yaşanmıştı Yeşilçam’da. Sonra bu dalga soft ve hard porno sinemasına evrildi. Kimileri televizyonun yaygınlaşmasının Yeşilçam’ı böyle bir anlayışa sevkettiği yönünde görüş beyan ediyor. Olabildiğince dar bir bakış açısıdır bu. Unutulmamalıdır ki, 1920’li yılların sonunda, Amerika Birleşik Devletleri’nde Büyük Bunalım (Great Depression) baş gösterdiğinde fantastik filmler çekiliyor (King Kong vd.), ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) dünyayı uzaylıların ziyaret ettiğine dair bilimsel olmayan ve salt kurguya dayanan raporlar açıklıyor, kısacası Bay ve Bayan Amerikalılar meşgul edilmeye, uyuşturulmaya çalışılıyordu. Konjonktür, sözümona siyasal-toplumsal-ekonomik durum farklılık gösterse bile benzer bir durum Türkiye’de de yaşanmıştır. 1970’lerdeki siyasal kargaşa (ki her gün cinayetler işleniyor, aydınlar sokak ortasında öldürülüyor, öğrenciler kurşunlanıyordu.) hızla yükselirken, polis devleti kan kusarken; erotik-pornografik furya da sinirleri gergin halkı yumuşatmıştır! Siyasal örgütler de cellâtlıklarına daha rahat devam edebilmişlerdir. Sonraları, 12 Eylül silindir gibi ezip geçtiğinde, Özal Gençliği diye tabir edilen depolitik bir gençlik yetiş(tiril)miştir. Anımsatmakta yarar var: Politikadan uzak, kültüre sırtını dönmüş, kitap okumayan, araştırıp kafa yormayan, kısacası düşünmeyen insanlar, iktidarların her zaman hoşuna gitmiştir. Eh, bugünkü manzara en azından budur.
 
Şimdilerde AKP iktidarının totaliter ve faşizan uygulayımları doğrultusundaki total manzara ise aşağı yukarı şu: Adalet duygusu zayıflıyor, ak koyun kara koyun birbirine karışmış durumda. Yeni bir tip zenginler öbeği türedi. Nihat Doğan’lar yeni-filozoflar grubunu temsil ediyor. TRT kanalları dâhil her yan spor ve spor yorumcusu. Spordan başka bir şey konuşulmuyor. Başta Taraf gazetesi olmak üzere gazeteler ve gazeteciler hükümetin tarafında saf sıklaştırıyor. Rasim Ozan Kütahyalı’lar yeni tip yalakalar mevziini oluşturuyor ve bunlar sanattan, spordan ve dahi siyasetten, kısacası her şeyden anlıyorlar. Her işin uzmanı onlar. Mehmet Barlas türü eski kuşak gazeteciler ise iktidarı yalamaya devam ediyorlar. 12 Eylül dönemlerinde Kenan Evren’i evinde ağırlayanlar (Mehmet Barlas da onlardan biriydi) şimdilerde anti-12 Eylülcü kesilmiş durumdalar. Bugüne değin 12 Eylül fazişmini ağzına almayan sağcılar herhangi bir marxistten daha marxist davranmaya çalışıyorlar! Spor dışında en muhteşem trendlerden biri de televizyon dizileri. Yemek programları, kadınlara yönelik sabah programları, evlilik programları vb. şeyler de cabası. Bugünkü manzara 1970’lerde erotik filmlerle meşgul edilen dönemlerden pek farklı değil. Protest ruh çökmüş durumda. Belki o dönemle günümüz arasındaki en belirgin fark da bu. Protest damar kökünden kurutuldu. Tiki ve emocu diye adlandırılan gençlik grupları oluşuyor. Marjinalite diye bir şey kalmadı. Dergiler ve şiir kitapları satılmıyor. Popüler kitaplar ve popüler yazarlar revaçta. Prof. Dr. Mehmet Öz ailenizin doktoru. Haydar Dümen fantezilerinizin gece bekçisi. Sıkıcı ve şoven haber bültenleri size doğru yolu gösteriyor. Recep İvedik komedyeniniz. Acun Ilıcalı ‘AKP patentli’ yarışma organizatörünüz. Herkes her konunun uzmanı. Ya Erman Toroğlu ya da Ahmet Çakar kılavuzunuz. Muhalefet gücü, caydırıcı güç odakları ve karşı-hareket unsurları ise tükenmiş durumda.
 
Buraya kadarki söylediklerim şöyle özetlenebilir: Sınıf çelişkilerini netleştirmeyen, toplumsal sorun ve açmazlara (ağalık kurumu, başlık parası, kan davası vd.) yüzeysel olarak bakan Şaban filmleri en azından eleştirel bir bakış açısı taşıyordu. Eleştirel mizahını liberalist düzenden yana kullansa da en azından potansiyel olarak muhtelif sorunları karşısına alıyordu. Fakat 1980’lerden başlayarak, Özalizasyon döneminden bugüne, 2010’lu yıllarda sözkonusu bakış açısının, eleştirel anlayışın esamisinin okunmadığı, güçlü ve derinlikli mizah unsurlarının ortalarda gözükmediği rahatlıkla söylenebilir. Bugünkü mizah anlayışı kaba, yüzeysel, kendine dönük ve kurulu düzenin eleştirisini içermeyen bir mizah anlayışıdır.
12 Eylül Darbesi’nin olduğu yıl Devlet Kuşu (1980, Memduh Ün) gibi filmler çeken Şaban’a veda edip başka isimlere/örneklere geçelim.
 
Yeşilçam’da bir başka kare kare çekilen film de Şeytan’dır. Orijinal filmden (The Exorcist, William Friedkin) bir yıl sonra, yani 1974’te Metin Erksan tarafından çekilmiştir. William Peter Blatty’nin Hıristiyan uygarlığı üzerine kurguladığı senaryoyu İslam terminolojisine ikame etmeye çalışan senarist Yılmaz Tümtürk (sahi, bu adam da kim allasen?), gerçekten de komik sahneler yazmış, şeytan çıkarma seremonisini hayli renklendirmiştir! Amerikan pazarında Turkish Exorcist ismiyle marka (!) olan film, küçük çaplı bir efsane yaratmayı da başarmıştır! Kuşkusuz Metin Erksan, Türk sinemasında sayısı çok az olan auteur’lerin önde gelenidir ve o da özellikle 1970’lerdeki işleriyle tamamen piyasaya hizmet etmek zorunda kalmış, filmografisine böyle sorunlu bir film eklemiştir. Orijinal filmde, Ingmar Bergman filmlerinden tanıdığımız Max von Sydow’un oynadığı Peder Merrin rolünü üstlenen tiyatro kökenli oyuncu Agâh Hün’ün replikleri literatüre girecek cinstendir. Basit oyunculuklar, ikame senaryonun yarattığı tuhaf (grotesk) hava (tonality), ikide bir yapılan zoom’lar, kötü işçilik gibi kusurları bir yana, Şeytan’ın asıl sorgulanması gereken niteliği -bir niteliği var denilebilirse tabii- Hıristiyan metafiziği ve kültürünü İslam formuna giydirmeye/uyarlamaya/monte etmeye çalışmasıdır. Filmin öyküsünün dinsel veya metafizik kaygılar güttüğü ve birtakım metafiziksel kavramsal analizlere soyunduğu da söylenemez; zira ticari anlayış ve kaygılarla çekildiği apaçıktır. Geriye, Agâh Hün’ün inanılmaz replikleri (“Nankör şeytan!” naraları özellikle) dışında, ruhuna şeytan giren genç kız rolünü üstlenen Canan Perver hanımefendinin yara bere içindeki suratı ve dik dik bakan gözlerinin komik görüntüsü kalmıştır. Ve her daim yakınılan konulardan biri de Türk sinemasının neden korku filmi üretemediği meselesidir. Gerçekten de her janra bulaşan zanaatkâr film adamları korku janrına pek bulaşmamışlardır. Kuşkusuz, insanın ‘iyi ki de bulaşmamışlar’, diyesi geliyor.
 
Şimdi, kalabalık kadrolu komedilerin popüler ismi Ertem Eğilmez’e bakalım.
 
Kemal Sunal’a göre daha nitelikli filmler çeken Şener Şen de bir vakitler Şaban’ın yanında yan rolde görünse de sonra sonra daha ciddi yapımlarda yeteneğini gösterebilmiştir. Fakat 1985’te Ertem Eğilmez yönetiminde rol kestiği Âşık Oldum isimli film, Mel Brooks komedilerinden tanıdığımız Amerikalı oyuncu ve yönetmen Gene Wilder’ın hem yönetip hem oynadığı The Woman in Red (1984, Kırmızılı Kadın) filminden araklamadır. (Hoş, bu film de bir Fransız filminden uyarlamadır. Taklidin taklidi bir filmle karşı karşıyayız.) Bu film de handiyse plan plan çekilmiş; 1960’larda göz yaşartıcı melodramlar (Ben Bir Sokak Kadınıyım ve Sevemez Kimse Seni filmlerini anımsayın), 1970’lerde kalabalık kadrolu güldürüler (Hababam Sınıfı serisini anımsayın) ve 1980’lerde de içinde kendisinin de yer aldığı Yeşilçam’ı sorgulayan (Arabesk filmini anımsayın) filmler çeken, bu filmlerin aynı zamanda yapımcılığını da (Arzu Film) omuzlayan Ertem Eğilmez’in filmografisine bir başka ticari film olarak altın harflerle yazılmıştır! Ertem Eğilmez’in halkı anlayan, gözlemleyen, ona içerden yaklaşan bir isim olduğu sıklıkla dile getirilmiştir. Bu noktada şu soru: Hangi halk? Kolaycı sinema yazarları kıvıramadıkları durumlarda, “realist film”, “çok gerçekçi bir film”, “bu film bizi anlatıyor” demeyi çok severler. Ama biri çıkıp da ‘Sanat ve yaşam aynı noktada kesişmek zorunda mı?’ diye sormaz. ‘Sanat ayrı gerçeklik, hayat ayrı gerçekliktir.’ demez. ‘Sanatın gerçekliği kurmaca (fiction) gerçekliktir.’ demez, diyemez.
 
Kuşkusuz, örnekler çoğaltılabilir. Bugün kimilerinin özlemle yâd ettiği, bir sinema nostaljisi olarak benimsenegelen Yeşilçam, öyle yutturulmaya çalışıldığı gibi elzem bir sinema olmamıştır. Bu sektörde tutunmaya çalışan (Ömer Lütfi Akad veya Metin Erksan), kendi deyişiyle, “iyi filmler çekebilmek için kötü filmlerde oynamak zorunda kalan” (Yılmaz Güney), kurt prodüktörlerin gölgesinde sinema yapmaya çalışan (Şerif Gören veya Zeki Ökten) tek tük örnekler ve elbette bu dönemde zorlukla çekilebilmiş kimi başyapıtlar (Metin Erksan’ın başyapıtlarından Sevmek Zamanı’nın talihsizliği anılabilir burada) dışarıda bırakılırsa, Yeşilçam ve temsil ettiği değerler afyon misali uyuşturucu bir etkiye sahiptir. Bu dünyaya ait olmayan salon melodramları, ‘genç kız âşık olur’ temalı içler acısı trajediler ve popüler roman uyarlamaları, zengin erkek-fakir kız edebiyatı hiç de göründüğü kadar masum değildir ve bu alt yapısı sıfır filmlerden geriye sinema mirası adına elle tutulur bir şeyler kalmamıştır. Bugünün izleyicileri, yanılsamalı bir sinema nostaljisi yaşamaya çalışacaklarına, sahneyi oyun yetenekleri ile değil de yakışıklı jön duruşları ile doldurmaya çalışan oyuncuları idolleştirmeye uğraşacaklarına keşfedilmeyi bekleyen esas Türk filmlerini izlemeli ve anlamaya çalışmalılar, diye düşünüyorum. Kanun Namına (1952, Ömer Lütfi Akad), Susuz Yaz (1964, Metin Erksan), Sevmek Zamanı (1965, Metin Erksan), Kurbanlık Katil (1967, Ömer Lütfi Akad), Hudutların Kanunu (1966, Ömer Lütfi Akad), Haremde Dört Kadın (1965, Halit Refiğ), Gurbet Kuşları (1965, Halit Refiğ), Umut (1970, Yılmaz Güney), Arkadaş (1975, Yılmaz Güney), Gecelerin Ötesi (1960, Metin Erksan), Yol (1982, Şerif Gören), Sürü (1979, Zeki Ökten), Suçlular Aramızda (1964, Metin Erksan), Kızılırmak-Karakoyun (1967, Ömer Lütfi Akad), Kuyu (1968, Metin Erksan), Kırık Çanaklar (1961, Memduh Ün), Duvar (1984, Yılmaz Güney), Ölüm Perdesi (1960, Atıf Yılmaz), Linç (1970, Bilge Olgaç), Düşman (1980, Zeki Ökten), Hakkâri’de Bir Mevsim (1983, Erden Kıral), Namus Uğruna (1960, Osman Fahri Seden), Muhsin Bey (1987, Yavuz Turgul), Ah Güzel İstanbul (1966, Atıf Yılmaz), Aşk ve Kin (1964, Turgut Demirağ), Üç Arkadaş (1958, Memduh Ün), Bereketli Topraklar Üzerinde (1980, Erden Kıral), Kadın Hamle (1977, Metin Erksan), Aaah Belinda (1986, Atıf Yılmaz), Yusuf ile Kenan (1979, Ömer Kavur), Gizli Yüz (1991, Ömer Kavur) ve daha niceleri keşfedilmeyi bekleyen başyapıtlar olarak izleyicilerini bekliyor. Bu açıdan en mantıklı olanı, yönetmenler üzerinden giderek bir izleme/okuma prosesi geliştirmektir. Ancak bu çabanın sonucunda Türk sinema tarihi yeterince iyi algılanabilir ve bir Türk sinema birikimi elde edilebilir. Statik kameranın tiyatral temsilcisi Muhsin Ertuğrul ve “geçiş dönemi sinemacısı” Faruk Kenç’in yapıtlarını bulmak, izlemek neredeyse imkânsız gibi. Bu minvalde Sinemacılar Kuşağı yönetmenleri başlangıç için yerinde gibi görünüyor. Yani Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Yılmaz Güney şeklinde bir rota çizilmeli. Bu yönetmenleri keşfedenler zaten ardından nereye bakacaklarını çok iyi öğrenmiş olacaklar.
 
Türk sinemasının bugün hâlâ -Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu gibi birkaç istisnai yönetmen dışarıda tutulabilir- uluslararası düzeyde zincirlerini tam anlamıyla kıramamasında deminden beri sözünü ettiğimiz ticari anlayışın ve ikame edilen filmlerin olumsuz anlamda katkıları büyüktür. Eğer Türk sineması kendisine bir çıkış yolu arıyorsa, çıkış yolunu iddia edildiği gibi ulusal öyküler anlatarak değil, üslûp duygusu olan filmler üretmeye çalışarak bulmalıdır.
 
Şimdilerde Şaban karakterinin bir başka uzantısı sayılabilecek hastalıklı figürler ticari kaygıların unsurları olarak piyasada varlıklarını hissettirmeye çalışmaktadır. Recep İvedik (Şahan Gökbakar) gibi kepaze bir figür, halktan bir figür olarak lanse ediliyor; filmin teknik ekibi ve oyuncu kadrosu, popülerliğinden dolayı basında ilgi görüyor, konuşuluyor, burjuva televizyon kanallarını meşgul ediyor. Yahşi Batı’nın (Cem Yılmaz) ya da Eyvah Eyvah’ın (Ata Demirer) ekibi televizyon televizyon geziyor. Kuşkusuz 1960’lı ve 1970’li yıllardaki piyasa filmi mantığının başka görünümler altında sürdüğü/sürdürüldüğü açıktır. Nasıl ki Şaban filmleri Türk sinemasına ve Türk sinema anlayışına, Türk komedi sinemasına yeni ve derinlikli bir katkı sağlamadıysa, sözüm ona bu filmlerin de bir katkı sağlamadığı/sağlayamayacağı açıktır.
 
Türk komedi sineması -tüm çabalara ve emeklere rağmen- gelecekte de sorunlarını aşamayacak gibi gözükmektedir. Film sayısındaki artış ise sadece niceliksel bir meseledir. Buna koşut bir niteliksel artıştan söz edemeyiz bile. Üç film çekeni auteur ilan eden zavallı bakış açısı, yani popüler eleştirmeciler, bunu canlanma olarak, Türk sinemasının şahlanışı olarak gösterseler de, kuşkusuz zaman bunun yanıtını daha iyi verecektir.
 

Etiketler: kültür sanat
nefret