30/04/2025 | Yazar: Yıldız Tar
Dönemin koşullarına uygun bir tarzı inşa etmek için kendimizi ve kurumlarımızı yeniden yapılandırmak, tevazu ve iradeyi aynı potada eriten, kendinden emin, donanımlı, bireycilik yerine toplumsal faydayı gözeten bir mücadele hattı; hiç ummadığımız bir moment yaratabilir.

Fotoğraf: Fulya Oral / csgorselarsiv.org
Şubat ayında LGBTİ+’ların kendilerini ifade edebilmesini suç haline getiren ve transların cinsiyet uyumu süreçlerini zorlaştıran kanun teklifi tasarısını “şok doktrini” çerçevesinde anlamlandırmaya çalışan bir yazı kaleme almıştım. Bu sefer gazeteden ve avukatlarımın verdiği bilgilerden öğrendiğime göre HÜDA-PAR daha önce sızan taslaktan çok daha ağır ve doğrudan eşcinsel cinsel ilişkiyi ve LGBTİ+ olmanın kendisini cezalandırmayı hedefleyen bir kanun teklifini Meclis’e sunmuş. Teklifin detayları hem önemli hem önemsiz. Önemli çünkü Cumhur İttifakı’nın LGBTİ+ karşıtı siyasetinin en radikal ucunu oluşturuyor. Limiti çizen, iktidarın siyasal şiddet sarkacının nereye kadar salınabileceğini gösteren bir muhtevası ve ehemmiyeti var HÜDA-PAR'ın. Önemsiz çünkü bu teklifle amaçlananın bu teklifin kanunlaşması olmadığı fikrindeyim. Açarsak; kapitalizmin en önemli “başarılarından” biri periyodik kıtlıklar, “ekonomik krizler” yaratıp, hemen ardından asgariye (hem ücret hem de zihniyet açısından) ikna etmesidir. Kapitalizm, ölümü gösterip sıtmaya razı etme düzenbazlığıdır diyebiliriz. Kapitalizm, aç bırakır, felaketle korkutur, salgın hastalıkların ilaçları olsa bile depoda tutar; bütün bu katastrofik krizlerin faili olmasına rağmen maske takarak bir de arsızca kurtarıcı rolü üstlenir. Çünkü kapitalizm salt bir ekonomik düzen değildir; aynı zamanda en gelişkin egemenlik ve iktidar sistemidir. Haliyle, ekonomik alandaki bu stratejinin diğer alanlarda da işletildiğini kolaylıkla öne sürebiliriz. Coğrafyamızın kapitalist sistemlere en entegre iktidarı olan Cumhur İttifakı’nın da bu stratejiyi sayısız kere kullandığına şahit olduk. Konumuz bakımından, hukukun ve yasa yapıcılığın da benzer bir mantıkla ilerlediğini söyleyerek devam edelim: HÜDA-PAR'ın teklifi, AKP’nin bizleri razı edeceği hatta şükran duymamızı sağlayacağı sıtmanın ölümüdür. AKP bugüne kadar her baskıcı yasa denemesinde işlettiği bu şok et, korkut, felaketi yaşat, ilkinden daha az kötü ama aslında gerçekten istediğin teklifi sun, onlar bir tık rahat nefes alırken sen aynı döngüyü yeniden başlatmak üzere hazırlık yap mekanizmasını devreye sokmuşa benziyor.
Daha önceki yazılarımda bu hamlelerin tarihsel arka planı, düşmanlık eden cenahın niyetleri ve LGBTİ+ hareketi ile yan yana yürümesini beklediğimiz kurumların sessizliğini analiz etmeye çalışmıştım. HÜDA-PAR vesilesiyle tekrara düşmeye gerek olmadığı için bu yazıda biraz içeriye LGBTİ+ hareketine bakmak, aynayı kendimize tutmak niyetindeyim. Bir süredir hissettiğim, çeşitli vesilelerle dile getirmeye çalıştığım ancak bir türlü derli toplu ifade edemediğim bir gözlemler silsilesi gibi düşünülebilir bu yazıda kaleme aldığım fikirler. Bir yanıyla da kendi sorumluluğumu da ihmal etmeden, hatalarımızı tahlil ederek yeniden yapılanma çağrısı olarak da okuyabilirsiniz.
Coğrafyamızdaki ve özelde Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin bir tıkanıklık yaşadığı aşikâr. Her geçen gün aktivistlerin sayısı azalıyor, en radikal sözleri kuranlar kendilerini birkaç mekândan ve tekrardan ibaret gettolara kapatıyor, eski güzel günler eskimeye devam ediyor. Durumu, imkânı olanlar ülkeyi terk ediyor, geride kalanların önemli bir bölümü hayatta kalma çabasına yenik düşerek sessizleşiyor, daha da fenası bu felaket ortamında yine en çok ilgiye yapay kavgalar, hareket içindeki aslında kişisel olan ama politik süsü verdiğimiz tartışmalar mazhar olabiliyor. Köy yanarken saçımızı taramak yerine, birbirimizin üzerine ateş atmakla meşgulüz. Ki, yanan köy bizim köyümüz olduğunda o malum atasözü de geçerli değil bence. Ve açık konuşalım: Köyümüz yangın yeri.
Bu tarz, “politik doğrucu” görünümlü ama esasen hem apolitik hem de anti-politik yaklaşımlar her toplumsal harekette olabilir. Ancak hareketin bütününü şekillendirmeye ve bu yolla eylemsiz, dona kalmış bir vaziyete sürüklemeye başladığında iş ciddiyete biniyor. Ve maalesef LGBTİ+ hareketinin adım adım getirildiği nokta burası. 2010-2014 arasında yaşanan, daha doğrusu LGBTİ+ hareketinin mücadele ederek başardığı zihniyet sıçramasını ilerleyen yıllarda örgütlü ve kalıcı bir düzleme çekemedik. Bunda baskılar ve 2015 itibariyle devletin LGBTİ+ hareketine yönelmesi en önemli etken. Ancak tek etken bu değil. O dönem toplumda yaşanan şey tam anlamıyla bir zihniyet ya da bilinç sıçramasıydı. LGBTİ+ meselesinde farkındalık, hızlı bir şekilde yükselebildi. Zaman hızlandı ve seneler sürebilecek zihniyet dönüşümü çok kısa sürelerde gerçekleşebildi. Bunda hem Gezi Parkı direnişinin hem de LGBTİ+ hareketinin o güne kadar geliştirdiği mücadele tarzı ve pratiğinin etkisi vardı. Ancak bu hızlı dönüşüm ve birden kitleselleşme ile ne yapacağımızı tam olarak kestiremedik. O dönemki tartışmalarda yer alan ve harekete doğrultu veren çok sayıda kişi şu an mücadelenin parçası olmadığı, bireysel bir hayatı tercih ettiği için tek tek kimin ne dediğini yinelemenin faydası yok. Ancak iki kritik hatayı hatırlatmakta fayda var.
Bunların ilki Gezi’nin LGBTİ+ bakiyesini siyasi temsile havale etme yaklaşımıydı. O kalabalık yürüyüşlerin coşkusuyla hayaller kurduk. Ancak meseleyi sadece CHP ve HDP’den adaylıklar düzlemine sıkıştırdığımız an kaybettik. Öncelikle, o güne kadar siyasi partilerle ilişkilerimizde bize manevra kabiliyeti sağlayan bağımsız öz örgütlenme niteliğini kaybetmeye başladık. Kaos GL açısından o dönemde de siyasi temsile indirgemeci yaklaşımlara karşı siyasi partileri sıkıştırabilecek, her zaman temasta olan ama onların içinde erimeyen bir pozisyon vardı. Ancak bu pozisyon, hareketin büyük bir bölümü açısından pek de arzulanır bir pozisyon olmadı. Ve birden daldığımız o yüksek siyaset sularında yüzmeyi pek başaramadık. Bu başarısızlık, salt başarısızlık olarak kalsa çok da sıkıntı yaratmazdı ancak bunla sınırlı kalmayıp daha baskıcı uygulamaların hayata geçirilmesine payanda oldu. Stratejik düşünmeden attığımız adımlar, LGBTİ+ hareketini bağımsız bir siyasal özne olmaktan çıkarıp, parçalı ve siyasal partilerle ya ricacı ya da sitemkâr bir ilişkinin hakimiyet sağladığı bir görünüme hapsetti. Ne kadar tuhaf değil mi; LGBTİ+ hareketini toplumsaldan siyasala sıçratmayı hedefleyen, siyasette daha fazla temsil edilmesini isteyen hamleler; tam aksi bir sonuca yol açtı. Bu tarz çocukluk hastalıklarını yinelememek, en ufak bir yaprak kıpırtısında işi gücü bırakıp alkış tutmamak için bu süreçleri konuşmalı, tartışmalı ve bundan sonrası için hem taktik hem de stratejik planlar oluşturmalıyız.
İkinci ve daha vahim sonuçları olan hatamız ise, hem kendi içimizle hem de bizim dışımızdaki aktörlerle ilişkimize hâkim olan tarzımızdaki sıkıntılardı. Bu iki hata, birbirinin hem nedeni hem de sonucu olarak düşünülebilir. Biri diğerini gerektiren bu iki yaklaşım ve taktiği uygulayanlar, birbirlerine taban tabana zıt görünse de aslında birbirlerinin aynadaki aksiydiler. Bir tarafta yüz bin kişinin yürümesi üzerinden LGBTİ+ hareketinin oy potansiyelini hesaplayıp, bunu siyasal pazarlık gücüne dönüştüren yaklaşım; diğer tarafta bu yaklaşımı mahkûm eden ancak bunu -kendisine itiraf etmese de- salt ahlakî bir temelden yapıp, pratiğe dair adım atma noktasında hiçbir niyeti ve çabası olmayan gettocu yaklaşımdan bahsediyorum. Bu iki yaklaşım ve tarz, birbirini besledikçe ortaya kibirli, ilk kitleselleşme deneyiminde hem kendi içine hem da toplumun geri kalanına parmak sallayarak vaazlar vermeyi politika yapmak sanan bir kişilik tipi, hareketin vasatını oluşturdu. Her iki yaklaşımın da yanılgısı; Gezi ile artan kitleselleşme ve zihniyet sıçramasının otomatik olarak örgütlenmeye ve LGBTİ+ hareketine kitlesel bir desteğe dönüşeceği delüzyonuna kapılmalarıydı. Bunun bir delüzyon olduğunu çok değil, 2016’daki yürüyüşlerde ve 2017’deki süresiz LGBTİ+ etkinliği yasağının ardından yaşadığımızı hatırlatalım. Görmek istemediğimiz gerçek şuydu ki; LGBTİ+ hareketi bir tür kültür savaşları retoriğine hapsedilerek araçsallaştırılıyor, o güne kadar yedeklenmediği iki kutuplu siyasette (Doğu-Batı, muhafazakâr-laik, AKP-CHP ikilikleri gibi) kutupları birbirinden ayıran göstergelerden birine dönüştürülüyordu. Hâl böyle olunca kutuplardan birisi olan AKP ve onla ittifak kuran MHP, hasmını suçlamak için LGBTİ+ hareketini kullanırken; diğer kutup olan CHP ve CHP’li olmasa da onun yarattığı sosyolojik alanda var olan kişi ve kurumlar ise “Bunlar bize mecbur” anlayışını kullanmaya başladı. Üçüncü yol siyaseti olan HDP ve ardılları açısından ise bu tablo, sorumluluğu üzerinden atıp “Önce CHP biraz adım atsın, daha kolay ve etkili olur” kolaycılığı ve baştan savmacılığına yol açtı.
Siyasal aktörler açısından böylesi bir araçsallaştırma egemen hale gelirken, LGBTİ+ hareketi biraz da sabırsızlıktan her şeyin bir anda olmasını bekleyen, olmadığında bağırıp çağıran, diyalog ve toplumsal uzlaşı yerine had bildirmeyi tercih eden bir tarza sıkışıp kaldı. Hâlâ daha “Bizi neden savunmuyorsunuz” diye hesap sormanın, insanların birdenbire bizi savunmasına yol açacağı fantezisi siyasetimizi belirliyor. Ya sitem eden ya da kızan bir tarzın gerçeklikten kopukluğu, daha ciddi yarılmalara yol açıyor. Bahsettiğim dönemde yaşanan zihinsel sıçramanın kendiliğinden pratik bir hatta evrileceği yanılgımız, şu an içinde bulunduğumuz halin başat nedenlerinden. Oysa ki zihinsel sıçramayı örgütlemez; LGBTİ+ haklarını savunmanın bir durağan kimlik ya da pozisyon olmadığı aksine sürekli eylemlerle yinelenen bir devinim olduğunu kibirden arınmış, suçlayıcı olmayan bir dille anlatmaz; LGBTİ+ haklarını savunmaktan çekinen ancak zihnen önyargılarının bir kısmını kırmış insanlara “politik doğruculuk” adı altında kendilerini yetersiz hissettiren ve “bizim” ahlakî üstünlüğümüzü bir kez daha vurgulamaktan başka bir işe yaramayan tarzı terk etmezsek; o zihinsel sıçrama çok hızlı bir şekilde zihinsel gerilemeye dönüşür.
Burada bir parantez açıp LGBTİ+ hareketinin küresel düzlemde de benzer bir süreçten geçtiğini vurgulamamız lazım. Küresel anlamda LGBTİ+ haklarının geliştiği ve LGBTİ+ realitesinin tanındığı yaklaşık 10 yıllık bir fırsat aralığı vardı elimizde. Ancak o aralık kapandı ve biz o fırsatlar dönemini kendimizi ve hareketi, kişisel gelişimden hallice, ayrımcılığı bireye indirgeyen, bireysel tutum ve yaşam tarzı odaklı yaklaşımlara eklemlemekle heba ettik. Bu fırsat penceresinin, toplumun geri kalanıyla eşitlikçi, diyalog ve uzlaşıya dayanan bir ilişki kurmazsak elimizden hızlıca kayacak tarihsel bir moment olduğunu yeterince idrak edemedik. “Politik doğruculuk” adı altında, kazıdığımızda altından kesif bir ahlakçılık ve idealizm çıkan bir akımın boş gösterenine dönüştürüldü LGBTİ+ hareketi. En doğru sözü söylemenin politika yapmak olduğuna inandık. Çeşitli dost görünümlü düşman hareketlerin bilinçli olduğunu düşündüğüm provokasyonlarına gelerek, enerjimizi yapay tartışmalarla harcadık. Sistem, Truva atlarını içimize sokarak bizleri olabildiğince antipatik, saldırgan imgelere hapsetmek için bizi tahrik etti ve maalesef bu tuzağı fark edemedik.
Ancak henüz kaybetmiş değiliz. Aksine yeni bir fırsat penceresi döneminin eşiğindeyiz. Bir önceki dönem zihniyet sıçraması dönemiydi. Bu dönem ise siyasal iktidarın saldırganlığının paradoksal bir şekilde açtığı diyalog ve uzlaşma dönemi olabilir. Burada siyasal iktidarla diyalog ve uzlaşmadan bahsetmiyorum. Böyle sanmak bir önceki dönemin kendi gücünü abartan delüzyonel yorumunun devamı olur. Henüz o masaya oturacak toplumsal ve siyasal güç ve desteğimiz yok. Ama bu dönemin fırsatı, toplumun geri kalanıyla aracısız ve doğrudan bir ilişki kurmak olabilir. Dönemin koşullarına uygun bir tarzı inşa etmek için kendimizi ve kurumlarımızı yeniden yapılandırmak, tevazu ve iradeyi aynı potada eriten, kendinden emin, donanımlı, bireycilik yerine toplumsal faydayı gözeten bir mücadele hattı; hiç ummadığımız bir moment yaratabilir. Buna paralel olarak, LGBTİ+ toplumunun yerleştirildiği birbirinden kopuk adacıklar sosyolojisine radikal bir müdahale ile olabilecek en geniş örgütlenme zeminini inşa etmek, LGBTİ+ realitesini sosyolojik bir tabaka olarak kurmak için gereken araçları yaratmak ve bu yönde bir zihniyet ve pratik dönüşümüne kendimizden başlamamız önemli bir tarihsel sorumluluk olarak önümüzde duruyor. Ya kendimizi yenileyerek toplumu ve siyaseti değiştireceğiz ya da kapatıldığımız gettolarda çürüyeceğiz… Dönemimizin sorusu da, çıkmazı da bu.
Yıldız Tar
Marmara 5 No’lu Cezaevi
Silivri / İstanbul
*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: insan hakları, medya, nefret suçları, siyaset