17/08/2010 | Yazar: Orhan A

"Tümüyle özel bir yaşam sürdürmek hakiki bir insani yaşam için özsel olan şeylerden yoksun kalmak demektir...

"Tümüyle özel bir yaşam sürdürmek hakiki bir insani yaşam için özsel olan şeylerden yoksun kalmak demektir... özel [haldeki] insan başkalarının gözüne görünmez, o nedenle sanki yokmuş gibidir."(1)
 
Bu metinde kadın hakları aktivistlerine ya da diğer ezilen grupların eylem tarzına değil, LGBTT bireylerin durumuna değiniyorum ve LGBTT hareketi açısından yasal hakların kazanımından da öncelikli olan bir mesele olduğunu düşünüyorum: Bu da topluma var olduğumuzun yıkıcı olmayan bir üslupla gösterilmesi ve toplumun kendi kendini değiştirmek istemesini sağlamak. Önce var olmalıyız ki, ardından verilecek bir hak mücadelesi anlam kazansın. Çünkü anayasal haklarımız olsa da toplumda LGBTT bireylerin de 'sadece birer insan' olduğuna dair yaygın kucaklayıcı bir zihniyet gelişmedikçe şiddet eylemlerinin önüne geçilemez. Yani sadece yasalara sığınılamaz; yasalar zihniyet değişikliğinin bir sonucu olmalıdır. Bu yüzden -toplumda zihniyet değişikliği yaratmak için- dayatmacı değil (dayatmak istediklerimiz haklı ve doğru bile olsa), ilk aşama olarak uzlaşmacı bir iletişimin gerekliliğine inanıyorum.
 
LGBTT bireylerin halihazırdaki sıradışı eylemlilik tarzı Avrupa-merkezli queer hareketinden esinlenen ve toplumun "radikal" bulduğu bir olgu. Bu yüzden de LGBTT'ler için yapıcı olamayacak sonuçlar doğurabiliyor.
 
Sıradışı eylem denince bizim aklımıza ilk olarak Greenpeace ve PETA eylemleri geliyor: Kendini gökdelenlere zincirleyen çevreci eylemciler ya da çırılçıplak soyunan hayvan hakları savunucuları gibi... Bu eylemler yöntem itibariyle insanlara çarpıcı yolla bir şeyleri fark ettirmeyi amaçlıyor. Ancak bazı toplumsal realiteler söz konusu olduğunda sıradışı eylemler Türkiye'ye gerçekten uygun mu?
 
LGBTT hareketinde ister sıradan bir sokak eylemi olsun, ister pankart açma, isterse bir onur yürüyüşü olsun; mesele konunun görünür kılınması. Ancak, LGBTT bireyler olarak "kimliğimizle görünür olmakla", bu "kimliği sıradışı eylem tarzımız üzerinden görünür kılmak" arasında ince bir ayrım var. Elbette görünür olmak, politikleşmek, haklarımızı kazanmak ve insanların önyargılarını kırmak çok önemli. Ancak görünürlük doğrudan uçlarda olmayı gerektirmiyor.
 
Toplumsal değerler konusunda Hannah Arendt, Karl Marx'tan alıntı yaparak şunları söyler: "kimsenin, yalıtık haldeyken değer ürettiği ve ... değeri sorun ettiği görülmemiştir; şeyler, fikirler ya da ahlaki idealler sadece toplumsal ilişkiler içinde değerler haline gelirler."(2) İşte bu bağlamda toplumda kemikleşmiş, genel kabul görmüş, hatta yasalarda yerleşmiş bir değerler sistemi vardır; bu değerler sistemine aykırı olan her türlü davranış ve eylemtoplumca bir marjinallik ya da sıradışılık arz eder. Ama bu sıra-dışılık eylemlerin kendinde olan bir özellik değildir, sadece topluma öyle görünür. LGBTT bir birey olmak da özünde marjinal bir şey değildir; bunu öyle kılan o bireylerin içinde bulundukları toplumda mevcut koşullardır. Örneğin Hollanda'da LGBTT birey olmak sıradan bir durumdur, ama Türkiye'de ileri derecede marjinaldir.
 
Bu nedenle eylemlilik tarzımızı belirlerken içinde bulunduğumuz sosyokültürel yapıyı düşünmeliyiz. Aslında çok insani bir tepkidir sokaklara dökülme isteği; bağırmak, soyunmak, pankart açmak, şiarını dillendirmek... Eylem insanı politize eder ve toplumu sarsacak bir şeyler yapma isteği hayatları boyunca baskılanmış, şiddete uğramış, dışlanmış bütün insanların insanca tepkisidir. Ama toplumu dönüştürmek kaygısıyla hareket edeceksek daha rasyonel olmaya çalışmalıyız; çünkü mevcut yöntemlerimizin ya da üslubumuzun pek de işe yaramadığı ve LGBTT'lere yönelik nefret cinayetlerinin, şiddetin ve genel anlamda ayrımcılığın arttığı bir gerçeklik.
 
Toplum tarafından marjinalleştirilen grupların halihazırdaki eylemlilik ve görünürlük tarzının olumsuz sonuçları arasında gençlerin kötüye kullanılması, gettolaşma, toplumsal kutuplaşmanın artması gibi durumlar da var. Aktivistler her yerde kimlikleriyle görünür olmak adına toplumsal değerlere aykırı davranışlar içine girebiliyorlar. Sadece kendileri gibi olan insanlarla bir arada olmaya katlanabiliyorlar ve ikinci bir ötekileştirme süreci başlıyor. Kutuplaşma artıyor, yeni gettolar doğuyor, insanlar arasında gözle görünmeyen sınırlar çiziliyor ve aslında başlangıçta sesimizi duyurmak için bir adımken eylemlilik; son kertede iletişimsizliği körükleyen bir sürece dönüşüyor. Bu durum da toplumu ve onun değerlerini iletişimsel süreçlere yatırmadan, "döve döve değiştirmek" beklentisi içinde olan çarpıcı aktivizm anlayışından kaynaklanıyor. Çoğu insan işinden, evinden, okulundan atılıyor, mahkemelik oluyor. Elbette bunun esas suçlusu mevcut konjonktür, kanunlar ve statükocu devlet, ama bu sınırlara değmeden de eylemlilik mümkün olabilir.
 
Sonuçlarının nereye varacağı öngörülemez bir eylemlilik süreci içinde ya da yanlış öngörülerle kimseyi kurban etme hakkımız olmamalı. Bilinirlik özünde iyi bir şeydir; ancak toplum yeni öğrendiği şeyleri kabullenemediği noktada onları yok etmek ister. Konformizmin doğasında bu vardır. Çünkü toplum bu yenilikleri kendisine lanse edildiği haliyle; gördüğü kadar anlar. Yani yüzeysel bir algısı vardır. Gördüklerini beğenmediği zaman da zaten içinde var olan nefretin uyandığını ya da değerlerinin tehdit edilmesi nedeniyle duyduğu endişeye bir karşı-tepki olarak şiddet sergilediğini görüyoruz.
 
LGBTT bireylerin davranışlarıyla, kıyafetleriyle, konuşma-eyleme tarzlarıyla, birlikte hareket ettikleri grup içinde sokakta örgütleniş şekilleriyle her fırsatta görünür olmaya başladığı bir dönemdeyiz. Ancak sözcüklerin ince elenip sık dokunmadan açılan pankartlarla mesela "ahlakınız batsın", "lanet olsun", "genel ahlak kimin ahlakı" gibi mesajlarla; yani toplumu döverek, bir şeyleri değiştiremeyeceğini görüyoruz. LGBTT bireylere yönelik nefret suçları ve cinayetler arttı, belki de bu eylemler nefrete karşı kamuda yankı uyandırmak yerine nefreti daha da körükledi. Sert üsluplu bir eylemlilik belki kadın hakları ya da genel anlamda insan hakları konusunda; mesela feministler için, uygun ve gerekli olabilir, hatta yankı da uyandırmakta, çünkü kadınlar toplumda en azından "var"lar. Ancak aynı üslup LGBTT'lere henüz uygun değil; çünkü LGBTT'ler toplumun nezdinde henüz gerçek anlamda "var değiller" bile.
 
Bu yüzden, toplumsal gerçekliğimiz göz önünde bulundurulunca, eylemlerimizin üslubunu sertleştirmekten başka yapılabilecek şeyler de olabilir: LGBTT bireylerin LGBTT olmayan bireylerle aralarında bir köprü kurmalarına dayanan bir eylemlilik tarzı benimsenebilir, daha uzlaşmacı olunabilir, insanlarla bir ortaklık kurulabilir, biz ve ötekiler ayrımını aşıp ortak değerlerimiz üzerinden iletişime geçebiliriz. Hepimizin karnımızı doyurma ihtiyacı var; sosyalist bir yaklaşımla açlık, işsizlik, yoksulluk, olumsuz sağlık koşullarımız, temel haklardan yoksunluğumuz gibi dertler üzerinden politikleşebiliriz, bunları konuşabiliriz. Yaratıcı aktivist enerjimizi bunlarla ilgili yapıcı eylemler üzerinde yoğunlaştırabiliriz. Örneğin engelliler; eşcinseller de toplumda engellenen bireyler arasında yer alıyor. Engelleniyorlar çünkü işsiz bırakılıyorlar, temel haklardan yoksunlar... Birçok mağdur grubun ortak dertleri çok aslında. Onlara gidilebilir, ortaklıklar konuşulup, empati kurularak aradaki buzlar eritilebilir. Bir başka desteklenesi fikir de LGBTT ailelerinin çalışmaları. Ailelerin mikro düzeyde açılma/görünür olma çalışmaları gibi fikirler desteklenebilir. Çünkü bu tip fikirler toplumsal değişim adına radikalizmden daha görünür ve yapıcı sonuçlar getirirken, nefreti de pekiştirmez.
 
Derdimiz bu toplumda bir yer edinmekse, toplumsal değerlerce "sınır dışına" itilen grupların kendilerine biraz da toplumun gözlükleriyle bakıp, insanların kendileri hakkındaki olumsuz yargılarını nasıl değiştirebileceklerine kafa yormaları gerekir diye düşünüyorum.
 
LGBTT bireyler söz konusu olduğunda sağduyu ve uzlaşı radikalleşmekten daha yapıcı olabilir. topluma saldırmak, toplumdaki kavramları dövmek aslında Avrupa merkezli bir yaklaşım, ancak bizim toplumumuz bu üslubu kesinlikle kaldıramıyor. Ayrıca Avrupa'da böyle bir şeyin karşılığı var; onları güvence altına alan temel hak ve özgürlükler yasalarda yer bulmuş. Orada insanlar davalarını kazanabiliyorlar, biz daha LGBTT'lere yönelik nefret cinayetlerinin faillerini yargılamayı başaramazken, onlar evlilik hakkının hatta daha da ötesi ebeveyn olma hakkının mücadelesini veriyorlar. Bizdeyse bütün bunlar yok...
 
Bu nedenle kendi uzlaşmacı mücadele tarzımızı yaratmak durumundayız. Unutmamak gerekir ki, en kaybedecek bir şeyimizin olmadığını zannettiğimiz anda bile kaybedecek çok şeyimiz vardır. Başta hayatımız...
 
(1) Hanna Arendt, İnsanlık Durumu [1958], s. 104.
(2) age., s. 242.


Etiketler: yaşam
2024