26/11/2021 | Yazar: Demet Bolat
İktidardakiler had bilmeyen kadınların ve LGBTİQ+’ların sadece var olmalarından bile utanıyorlar. Kendileri utanıyorlar ve bizim de utanacağımızı sanıyorlar.
Beden coğrafyasının önümüze apaçık serdiği bir cinsiyetimiz olduğu ve kaderimizin bununla malul olduğu fikrine karşı toplumsal cinsiyet kavramının icadı önemli bir sıçramaydı. Toplumsal cinsiyet kadınların ve erkeklerin hiyerarşik konumlarının, onlardan beklentilerin ve onlara atfedilen rollerin, bedenin sahip olduğu cinsiyetten değil de patriyarkal toplumsal düzenden kaynaklandığına işaret ediyordu. Mesele bir kez toplumsal alana çekildiğinde hak talebi ve savunusundan yeni toplum tahayyüllerine uzanan bir politika alanı ortaya çıkıyordu. Ancak bu politika alanının yegâne aktörleri kadın hareketleri ve feministler olmadı. Özellikle 90’lardan yakın zamana yayılan ve literatürde “toplumsal cinsiyetin ana akımlaştırılması” olarak andığımız bir süreç yaşandı, ki buradaki asıl aktörler Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlar, fon ve hibe sağlayıcı uluslararası kurumlar ve bunların teşviki ile ulusal devletler, yerel yönetimler, çalışma örgütleri ve şirketlerdi.[1] Bu, yerelden küresele, kamusaldan özele pek çok alanda ve ölçekte çalışan çeşitli kurumların toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını, pozitif ayrımcılık ve kota gibi uygulamaları, cinsiyet eşitliği eğitimlerini, özellikle kadın girişimcilere yönelik hibe ve fon desteklerini ajandalarına aldıkları bir dönemdi diyebiliriz.
Bu ana akımlaşma döneminin temel ilkesi haline gelen kadınların güçlendirilmesi ise bu günlerde feminist düşüncelerin ve değerlerin neoliberal temellüküne açık bir örnek olarak tartışılıyor. Zira tanık olduğumuz şey, özellikle son yıllarda iyice belirginleşen toplumsal cinsiyet karşıtlığı (anti-gender) ile birlikte cinsiyet eşitliği politikalarından vazgeçilmesine karşın söylemsel ve sembolik bir “güçlü kadın” enflasyonu. Erdoğan bir gece yarısı kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğinde Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Selçuk’un başlattığı #GüçlüKadınGüçlüTürkiye yaygarasıyla girişilen manipülasyon bunun güncel ve can sıkıcı örneklerinden.
Aslında bu noktada, hâlâ dinamiklerini anlamaya çalıştığımız toplumsal cinsiyet karşıtlığı trendinin ayırt edici özelliklerinden birisi öne çıkıyor. Toplumsal cinsiyet karşıtı politikalar ve hareketler, hem bir kavram olarak toplumsal cinsiyete hem de cinsiyet eşitlikçi politikalara/mekanizmalara savaş açmış durumda. Fakat bu trendi ilk tespit edenlerden Petö’nün (2019) de dediği gibi, basitçe bir “geriye dönüş” yaşamıyoruz, yeni bir deneyimin içindeyiz. Öncelikle bu hareketler, bizimki gibi dinin patriyarkal yorumlarının kamusal ve kültürel dünyada belirleyici olduğu ülkelerde bile, erkeklerin kadınlardan üstün olduğu düşüncesini yüksek perdeden dillendiremiyor, ana akım hale getiremiyorlar. Daha ziyade öne çıkan şey meşrebine göre doğaya veya fıtrata dayalı bir fark anlatısı, ancak bu da eskinin aynısı değil. Toplumsal cinsiyet karşıtları daha çok, örneğin Türkiye’de “eşitlik değil eşdeğerlik”, “toplumsal cinsiyet eşitliği değil toplumsal cinsiyet adaleti”, “haremlik-selamlık değil kadın üniversiteleri” gibi yeni-muhafazakâr epistemolojik icatlarla eşitlik fikri ve mücadelesi ile baş etmeye çalışıyorlar. Aslında bütün bu girişimlerde feminist kavramların ve değerlerin bu kez de muhafazakar saiklerle temellüküne ve yeniden anlamlandırılmasına tanıklık ediyoruz.
Buradaki “çekingenliğin” bir nedeni, her ülkede belirli özgünlükler gösterse de, kadın hareketlerinin/feminizmin en azından temel kazanımlarının zor sarsılacak bir meşruiyete kavuşmuş, bir bakıma geri dönülmez bir noktaya demir atmış olması elbette. Bunu sistematik bir karşı kampanyaya rağmen İstanbul Sözleşmesi’ne olan desteğin eritilememesinde de sınadık. Ancak bir diğer neden yukarıda bahsettiğim eşitlikten arındırılan “güçlü kadın” anlatısı. Bu anlatı muhafazakâr ve piyasacı eksenlerde yeniden kurulduğu ölçüde kullanışlı olmaya devam ediyor. Erkeklerle eşit yurttaş olamayan, ancak “yeni nesil” pek çok reklamda “I can do it!” temsilleriyle karşımıza çıkan bu güçlü kadın, çalışma yaşamında erkeklerin pozisyonuna göz dikmeden kadınlarla rekabet eden (çünkü “kadın kadının kurdudur”), bireyselliğinin/bireyciliğinin sınırı aile sınırlarının başladığı yerde biten (çünkü “kadın dediğin fedakardır”) ve sosyal devletin bütün görevlerini üstlenen (çünkü “yuvayı dişi kuş yapar”) bir kadın. 2018 yılında bu alanları düzenleyen iki bakanlığın birleştirilerek adının Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olarak değiştirilmesinin alt metni, bu alanlardaki bütün marazların çözümünün kadınların gücüne (emeğine/bedenine/duygusuna) havale edildiği. Yani toplumsal cinsiyet karşıtlığının “güçlü kadınlarla” bir alıp veremediği yok bence.
Toplumsal cinsiyet karşıtlığında kritik olan ve meseleye rengini veren heteronorma uymayan cinsel yönelimlere ve cinsiyet kimliklerine karşı keskin bir toleranssızlık. Bu aslında 80’lerin sonu 90’ların basından bu yana yükselen LGBTİQ+ hareketlerin ve ardından gelen queer teorilerin etkisiyle toplumsal cinsiyet kavramının dönüşümüyle de ilişkili. Toplumsal cinsiyet, yukarıda kısacık değindiğim gibi, dünyevi bir sömürü ve baskı sistemi olarak partiyarkanın taraflarına (kadınlar ve erkekler) işaret eden faydalı bir tarihsel analiz kategorisi iken (Scott, 2013) arzu, cinsellik, heteroseksizm üzerine tartışmaların yoğunlaşmasıyla birlikte ikili cinsiyet rejimini anlamaya yarayan bir kavrama dönüştü. Kadınlığın ve erkekliğin kuruluşunun heteroseksüellik normundan bağımsız olamadığı, bunların sürekli birbirini çağırdığı tespitiyle toplumsal cinsiyet kavramı, heteronormatif düzenlemeyi analiz etmeye yarayan bir araç haline geldi. Yani kavram, cinsiyet rollerinin toplumsallığını işaret etmenin ötesine taşarak cinsiyetin, cinsel kimliğin ve arzunun heteroseksüelleştirilmesi arasındaki bağa işaret eder oldu. Böylece toplumsal cinsiyet yalnızca kadınlar ve erkekler arasında eşitlik mücadelesinin değil LGBTİQ+’ların özgürlük ve hak mücadelesinin de anahtar kavramlarından biri haline geldi.
Toplumsal cinsiyet karşıtları tam da bu nedenle toplumsal cinsiyeti liberallerin, elitlerin, dış güçlerin dayattığı yıkıcı, toplum ve aile karşıtı bir “ideoloji” olarak adlandırıyorlar (Paternotte ve Kuhar, 2017a). Bu akıl yürütmede toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek arasındaki doğal ayrımı bozmaya uğraşan doğa karşıtı bir proje olarak karşımıza çıkıyor. LGBTİQ+ karşıtlığı ise sabit ve keskin bir cinsel fark dayatmasının nirengi noktası olarak çalışıyor. Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler ve politikacılar bu nedenle, özellikle Avrupa’da LGBTİQ+’ların varoluşlarına ve yurttaşlık haklarına (evlenme, evlat edinme, cinsiyetsiz kimlik edinme vb. gibi haklar, nefret suçlarından koruyan yasalar veya okullarda cinsellik eğitimleri gibi uygulamalar) en yüksek perdeden saldırmakta ortaklaşıyorlar (Petö, 2019; Paternotte ve Kuhar, 2017b). Türkiye’de ise LGBTİQ+’ların “yüksek siyasette” dillendirildikleri nadir anlardan birisi Erdoğan’ın “eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart” deyişiydi.[2] Bundan 19 yıl sonra, sistematik olarak görmezden gelinen ve varlıkları inkâr edilen LGBTİQ+’ların makro siyasetin göbeğine bir nefret nesnesi olarak oturtuldukları günlere geldik. İstanbul Sözleşmesi’ni “itibarsızlaştırmak” için “sözleşme eşcinselliği teşvik ediyor” gibi en hafif tabirle akıl yoksunu argümanlarla hiç verilmemiş haklara bile göz dikebilen bir devlet pratiği başka nerede var, bilmiyorum. Çeşitli iktidar aktörlerinin izlediği bu gibi stratejiler, LGBTİQ+’ların kadınlara göre kırılgan oldukları için toplumsal cinsiyet karşıtlarının buraya saldırması olarak okunabilir. Başka bir ifadeyle iktidar feministleri LGBTİQ+’lardan, #GüçlüKadınGüçlüTürkiye kadınlarını da feministlerden kopartarak hakların savunusunu zorlaştırmayı hesap ediyor olabilir. Yine de bu saldırıları sadece iktidarın gündelik pragmatik stratejilerine indirgediğimizde “cinsel sapmaları” bastırmak ile toplumsal cinsiyet karşıtlarının yeniden kurumsallaştırmak istedikleri cinsiyet rejimi arasındaki bağlantıyı ıskalayabiliriz.
Toplumsal cinsiyet karşıtlığının esasen oteriteryan popülist rejimlerde güçlenmiş olması bu bağlantıyı biraz daha netleştiriyor (Grzebalska, Kovats ve Petö, 2017; Özkazanç, 2020, Sauer, 2020). Zira ikili cinsiyetten ve hetero-cinsellikten bütün sapmalar, hele ki sadece özel alanlarda kalmayıp kamusal görünürlük ve eşit yurttaşlık talep ederlerse, bu rejimlerin toplum tahayyüllerini temelinden tehdit ediyor. Çünkü oteriteryan popülist rejimler başta siyasal alan olmak üzere bütün toplumsal alanları kadınsılıktan keskince ayılmış bir erkeklik ekseninde örgütlemek istiyorlar. Bu erkeklik, Türkiye’de de alışık olduğumuz gibi, liderin sembolik bedeninden yayılan, kendisiyle özdeşleşen kesimleri de erkeklik performanslarına çağıran bir hiper erkeklik. Siyasal alan sürekli bir meydan okuma, gövde gösterisi yapma, hat bildirme, delikanlılık sergileme sahnesine dönerken, bu alanı kaplayan söylemler sürekli olarak cinselliğin hetero-patriyarkal kurgusunun anlam dünyasından besleniyor. Bir şeyler veya birileri ya sürekli olarak devletin mahremi/namusu oluyor ya da mütecaviz bir dile maruz kalıyorlar. Bu otoriter popülist rejimlerde liderler hukuku askıya alan “tek adamlığı” bazen tatlı sert bir aile babası bazen karanlık bir mafya babası gibi davranarak, ama her durumda kadınsı buldukları demokrasiye karşı erkeklik değerlerine yaslanarak tesis ediyorlar. Bu nedenle Boğaziçi Üniversitesi direnişinden İstanbul Sözleşmesi meselesine anti-demokratik, “ben yaptım oldu”cu tek adam uygulamalarına karşı direnişlerin hem merkezinde hem de bu direnişleri bastırmak isteyen iktidarın hedefinde LGBTİQ+’ların ve kadınların olması tesadüf değil.
Hetero-erkekliğin böylesine kışkırtıldığı bir ortamda, Türkiye’deki nafaka karşıtı hareketler veya boşanmış babalar örnekleri gibi erkeklik hareketlerinin serpilmesi kolaylaşıyor. Toplumsal cinsiyet (eşitliği) karşıtlığı böyle hareketlerde kristalize olsa da, eski imtiyazlarını kaybetmelerinin yarattığı panik erkekler arasında çok daha yaygın. Bu nedenle bu imtiyazlarını korumak konusunda ısrarcı olan erkekler ile otoriter popülist rejimler/liderler arasında ideolojik ayrımları aşan bir yakınlaşma, birbirinden öğrenme ve bir tür sözleşme var. Buna göre LGBTİQ+‘ları baskılamak ve kadınları kullanışlı çizgilerde hizaya getirmek, yani boşanma, kürtaj, nafaka, şiddet, eşit ücret vs. gibi pek çok meselede kadınların direnişlerini kırmak, otoriter popülist rejimlerin kurucu unsuru olan hetero-erkekliğin imtiyazlarını yeniden kazanıldığı bir toplum tahayyülünün ana omurgalarından. Grzebalska, Kovats ve Petö’nün (2017) belirttiği gibi toplumsal cinsiyet karşıtlığı böyle bir toplum tahayyüllü (ve dayatması) için bir tür sembolik tutkal işlevi görüyor.
Hal böyleyken iki naçizane öneri ile sözlerimi bitirmek istiyorum: Öncelikle iktidar kadınlara ve LGBTİQ+’lara her saldırdığında “gündem değiştirmek istiyorlar” şeklindeki kolaycı reflekse kapılmadan önce bu saldırıların otoriter popülist rejimlerdeki kurucu rolünü ve bunların yakıcı sonuçlarını akılda tutmak gerektiğini düşünüyorum. Yani “esas” gündem bir bakıma bu. İkinci olarak söz konusu kadınlar ve LGBTİQ+’lar olduğunda iktidarın korkutma veya yıldırma politikası değil, asıl olarak bir utandırma politikası güttüğünü düşünüyorum. İktidardakiler had bilmeyen kadınların ve LGBTİQ+’ların sadece var olmalarından bile utanıyorlar. Kendileri utanıyorlar ve bizim de utanacağımızı sanıyorlar. Bu nedenle bu otoriter popülist rejimlere/liderlere karşı olan (en geniş anlamıyla) muhalefet konumundaki öznelerin “LGBTİQ+ hakları insan haklarıdır” gibi çok temel bir müşterek ilkeyi utanmadan sahiplenmeleri gerekiyor diye düşünüyorum. Zaten #bundansonrasıbizde!
Kaynakça
Federici S. (2019) Re-enchanting the World Feminism and the Politics of the Commons Oakland: PM Press
Fraser N. Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Cilvesi,” 21. Yüzyıl Feminizmine Doğru: Neoliberalizmin Ötesinde Bir Kadın Hareketi İçin Tartışmalar içinde, 69-94. İstanbul: Nota Bene Yay.
Grzebalska W., Kovats E., Petö A. (2017) Gender as symbolic glue: how ‘gender’ became an umbrella term for the rejection of the (neo)liberal order. http://politicalcritique.org/long-read/2017/gender-as-symbolic-glue-how-gender-became-an-umbrella-term-for-the-rejection-of-the-neoliberal-order/
Özkazanç A. Bir Musibet: Yeni Türkiye’de Erillik, Şiddet ve Feminist Siyaset” Ankara: Dipnot Yay.
Paternotte D. ve Kuhar R. (2017a). “Gender ideology in movement: introduction” Anti-Gender Campaigns in Europe: Mobilizing against Equality içinde 1-23. London: Rowman & Littlefield International Ltd
Paternotte D. ve Kuhar R. (2017b). “The Anti Gender Movement in Comparative Perspective” Anti-Gender Campaigns in Europe: Mobilizing against Equality içinde 253-277. London: Rowman & Littlefield International Ltd
Petö A. (2019) “Anti-gender mobilization in European acedemia: Why we all need to be concerned?” https://off-university.com/tr-TR/News/Detail/anti-gender-mobilization
Sauer B. (2020). Affective governmentality, gender and the rise of the authoritarian populist right, Paper presented at the 14th ECPR General Conference, August, 24th-28th, 2020, online-event https://ecpr.eu/Filestore/paperproposal/1bbf1594-7ce5-4f7d-ba0d-b3d6a35b41fa.pdf
Scott J. (2013) “Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi” Feminist Tarihin Peşinde içinde 61-105. İstanbul: BGST Yay.
Walby S. (2005). Gender Mainstreaming: Productive Tensions in Theory and Practice. Social Politics: International Studies in Gender, State & Society, 12(3), 321–343. doi:10.1093/sp/jxi018
Kaos GL dergisine ulaşın
Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Toplumsal Cinsiyet dosya konulu 178. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
[1] Ana akımlaşma feminist literatürde farklı açılardan tartışıldı. Örneğin Walby (2005) bu sürecin pek çok yapısal gerilim barındırmasına ve küresel olarak zayıf kalmasına karşın feminist dayanışma ve pratiğin önemli bir zemini olduğunu söylerken; Federici (2019) özellikle Hindistan, Bangladeş, Endonezya gibi ülkelerde mikrokrediler yoluyla kadınların boçlandırıldığını ve emeklerinin ipoteklendiğini; Fraser (2016) ise bu süreçte feminizmin ekonomik ve politik kazanımlarına neoliberalizm tarafından el konduğunu ve feminizmin neoliberalleştiğini söyledi. Bu yaklaşımların çeşitli varyasyonları ve bunlar etrafındaki tartışmalar genişçe bir literatürü oluşturuyor..
Etiketler: kadın, yaşam