27/04/2014 | Yazar: Yasemin Şafak

Bir eğitimci olarak, çocuklarda cinsel çeşitlilik konusunu tartışmak ve görmek bugüne kadar bizi neden zorladı?

Bir eğitimci olarak, çocuklarda cinsel çeşitlilik konusunu tartışmak ve görmek bugüne kadar bizi neden zorladı?
 
Genel-geçer tanımlara göre eğitim, bireylerin davranış değişikliklerini toplum tarafından kabul görecek, toplumun istediği yönde olacak şekilde düzenler. “Eğitim” sözcüğünün "Bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla istendik olarak değişimi meydana getirme süreci" şeklinde tanımlanması da bunun sonucudur.
 
Eğitim sisteminin altyapısı, o toplumun sosyal, ekonomik, kültürel özelliklerine ve öz değerlerine göre biçim alır ve kurumsallaşır. Yani bir toplumun ihtiyaç ve beklentileri ne ise yetiştireceği insanlardaki nitelik de ona göre tanımlanır. Sahip olunan kültürel ve geleneksel değerler, toplumun “çocukluk” kavramına bakış açısı, “çocukluk” kavramını tanımlama biçimi ve eğitimi algılama biçimi de ister istemez alt yapıya yansımaktadır. Bu tanımlamalara ve uygulamalara bakıldığında; “öğrenciyi/çocuğu sürecin bir çıktısı olarak görme” eğilimi daha net bir biçimde kendini göstermektedir. Öğrencinin, değişim sürecinin öznesi değil de nesnesi olarak tanımlanması eğilimi, sürece dâhil olan tüm bileşenlerin algılama ve tanımlama biçimlerini de doğrudan etkileyecek bir yapıya sahip olduğundan, eğitim sürecinde, tek taraflı bir manipülasyon ve değişme söz konusu olmaktadır. Sürece dâhil olan tüm bileşenler, hatta öğrencinin kendisi bile, bu eğilim nedeniyle tanımlama yaparken “bilgiyi alan”, “sadece öğrenen”, “verileni alan ancak yeniden üretemeyen”, “değiştiremeyen”, “tabi olan”, “kendini ait hissetmediği koşullara uyum sağlamak zorunda kalan” vb. tanımları sıralayabilmektedir. Bu da öğrenciyi tamamen pasif-alıcı konumuna ister istemez sürüklemekte ve öğrencinin sürece dâhil olmasıyla birlikte ‘diğerlerine benzemek zorunda olma’ gibi bir konumda kalmasına neden olmaktadır. Bu durum, çocuğun kişisel gelişimini, benlik algısını, kendini keşfetme ve bir kimlik oluşturma sürecini de doğrudan etkiler. Bu etkilenme hali, tek tek çocuklar açısından ele alındığında kişisel trajedilerin yaşanması bir kenara bırakıldığında, daha geniş bağlamda toplumsal, kültürel, duygusal ve düşünsel bir tek tipleşme olarak yansıyabilmektedir.
Bu durum elbette bizlere, iktidar-eğitim arasındaki ilişki, mevcut düzenin sürdürülmesinde eğitimin yeri, egemen ideolojinin eğitim alanında standart yapılar ve günlük pratiklerle yeniden üretilmesi tartışmalarını hatırlatmaktadır. Üç aşağı beş yukarı hepimizin üzerine birkaç cümle sarf edebileceğimiz bu tartışmalarda, çoğunlukla gözden kaçırılan ya da tartışma sırası gelmeyen bir nokta, egemen iktidarın tek tipleştirme, asimilasyon, baskı, inkâr politikalarına karşı olan mücadelemizde, sürecin belirleyici öznelerinden biri olan biz eğitimcileri, kendimizi konumlandırma biçimimizi doğru olarak tanımlamaktan uzaklaştırmaktadır. Görece daha fazla tartışılan mevzuat, müfredat, kurallar, yönetmelikler vb. standart yapıların dışında kalan ve dinamik, değişken/değiştirilebilir, öznel koşullara göre farklılaşan bir yapıya sahip olan iktidarın gündelik pratikler ile yeniden üretilmesi konusunun, politik mücadelenin sürekliliği ve yaygınlığı üzerindeki etkisinin daha çok tartışılması, eğitim alanında çalışan eğitimcilerin kendini doğru biçimde tanımlamasına ve doğru biçimde konumlandırmasına elbette yardımcı olan bir tartışmadır. Ancak bununla birlikte tartışılması gereken esas sorulardan biri de bu pratiklerden doğrudan etkilenen ve toplumun hâkim ayrımcı, dışlayıcı yargıları ile karşı karşıya gelen, bu sebeple kendi olmaktan başka her şey olmak zorunda kalan eğitim sürecinin nesnesi olarak görülen, değiştirilmesi gereken ve asimile olan çocukların/kişilerin kim olduğu, nasıl yaşadıkları, ne hissettikleri sorusudur.
 
Tam da bu noktada biz eğitimcilerin, egemen iktidar karşısında kendimizi ve “öteki”yi tanımlama biçimimiz ve sisteme bakmayı değil sistemi görmeyi başarıp başaramadığımız sorusunu cevaplamamız gerekmektedir. Çünkü bu soruya vereceğimiz cevap, kendi alanımızda verdiğimiz/vermemiz gereken politik mücadelede “herkes için adalet” düşüncesini ne kadar önemsediğimizi de göstermektedir.
 
Dönüp kendimize bakmamız gerekirse, var olan sistemi görüp, doğru analiz edip sistemi yeniden üretmeye sıkça müdahale ettiğimizde, çocukları/öğrencileri de o kadar net duyar, görür ve anlarız. Bu da bize onların çeşitliliklerini, ihtiyaçlarını, gelişimlerini ve biricik olma, özne olma durumlarını görme şansı verir. Bir ezilen hiyerarşisi yaratmadan, kendimiz ve diğer herkes için adalet mücadelemizi bir üst noktaya taşır. Bunun yanı sıra ötekiyi tanımlama biçimimiz, “normal” olarak kabul ettiklerimiz, kişisel/kültürel değer yargılarımızı sorgulamak da kişisel/mesleki politik mücadelemizi derinleştirecek bir araç olarak önümüze gelir.
Peki başlangıç için hangi “doğru” soruları sormak gerekmektedir?
 
Kürt, Roman, engelli, suça sürüklenen, madde bağımlısı, yoksul, Alevi, Hıristiyan, Musevi, LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks), kız/erkek çocuklarla birlikteyken kendimizi ve çocukları konumlandırma biçimimiz nereden besleniyor? Bu çocuklarla birlikteyken verdiğimiz gündelik tepkilerin içeriğini, alt metnini doğru tanımlıyor muyuz? Tüm bunlar farkındalığımız dâhilinde mi? Kişisel kırmızı çizgilerimiz ve kabul edilebilir bulduğumuz durumlar, kimlikler değişiyor mu? Kendi değer yargılarımız ve kabul edilir bulduğumuz kişilerin/çocukların dışında kalanlara değer yargılarımızı yansıtıyor muyuz? “Normal olmazsa diğerleri gibi yaşayamaz, mutlu olamaz” diye adına düşünüp karar verdiğimiz, yönlendirdiğimiz çocuklar var mı? Ya da belki de en önemlisi, böyle çocukları görüyor muyuz; görmek istiyor muyuz?
 
“Çocukları ve çeşitlilikleri görüyor muyuz” sorusu belki de en önemli sorumuz olmalı. Çünkü bu soruya vereceğimiz yanıt, muhtemelen “bazı çocukların” hiç görülmediği bilgisini de içerecektir. Görünmezlik demek, herkesin yaşam alanından uzakta olmak, yaşamın, sözcüklerin, duyguların uzağında olmak, dışlanmak, görmezden gelinmek, yok sayılmak, “normal” olmazsan konuşamazsın, kendini ifade edemezsin, sahip olduğun çeşitliliği yaşayacak alan bulamazsın demektir. Görünmezlik demek dayatılan kalıplar içinde erimek, kendin gibi olanı göremeyip tek başına olduğunu düşünmek, sadece kendinde olduğunu sanıp doğru anlamlandıramamak, kendinden korkmak, “normal” olmadığı için utanmak, kendini var edememek demektir.
 
Peki, fark edebildiğimiz çeşitliliklerin hangileri bizim için kabul edilebilir? Hangilerini görmeye daha çok istekliyiz ya da görmek istemiyoruz? Bu sorulara verilen yanıtlar, elbette kişinin ideolojik duruşuna, değer yargılarına vs. bağlı olarak verilen yanıtlar olacaktır. Eğitim alanında çalışanların, içinde bulundukları toplumun hâkim norm ve değerlerinden etkilenmesi ve bakış açılarının, ideolojilerinin kendilerine özgü olması kabul edilir bir durumdur. Ancak bu durum, yaş, eğitim vb. durumlar nedeniyle çocuklar karşısında daha donanımlı olan bizlerin verdiği kişisel tepkileri, uğruna mücadele ettiğimiz temel hak ve özgürlüklerden bazen “bazı çocukları” mahrum etmek gibi bir sonuca da neden olabileceğinden üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.
 
O halde başka bir soru karşımıza çıkıyor. Bazı “çeşitlilikler”i görmekte/kabullenmekte neden zorlanıyoruz? Kişisel olarak bizi zorlayan tabu konuları görmek daha mı zor oluyor? Mesela cinsellik? Mesela çocukluk? Mesela çocuk ve cinsellik gibi iki tabunun yan yana geldiği durumlar? Farkında olmadan değiştirilmesi gereken, iyi şeylerin öğretilmesi gereken, “nesne” olarak tanımlanan çocuklar, bildiğimiz, öğrendiğimiz cinselliğin dışında yaşayan bir çocuk olarak karşımıza çıktığında, onu çeşitliliği ile kabul etmek yerine onu “nesne” olarak değiştirmeye çalışıyor muyuz? Doğru olduğu sanılan, herkesin aynı şekilde öğrendiği ancak kadın-erkek eşitsizliğinin dayanak noktası olan ataerkil, ayrımcı kültürel kodları, en iyisi bu, olması gereken bu diyerek bir “kusur”u düzeltmeye çalışır gibi yeniden öğretmeye mi çalışıyoruz?
 
Eğitim alanında var olan tüm fiziksel, yapısal, eylemsel pratikler gerçekçi bir biçimde değerlendirildiğinde yukarıdaki son sorunun cevabı olanca çıplaklığı ile önümüze seriliyor. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği farklı olan (LGBTİ) çocuklar, bırakın temel hak ve özgürlüklerden insan onuruna yaraşır bir biçimde yararlanmayı, tam bir görünmezlik kuşatması altında yaşamaya, “normal” olmaya zorlanıyorlar.
 
Bu bağlamda bir başka soruyla devam edecek olursak;
Bir eğitimci olarak, çocuklarda cinsel çeşitlilik konusunu tartışmak ve görmek bugüne kadar bizi neden zorladı? Hepimizin tahmin edebileceği şekilde iliklerimize kadar işleyen heteroseksizm ve algılama biçimimizin katı sınırlarına dönüşen heteronormatif bakış açısı, çocukların gelişim dönemlerine yakın bir biçimde tanıklık ederken bizlerin “çocuğun cinsel gelişimi”ni de görmezden gelmemizde, çocuk ve cinsellik kavramını birbirine yakıştıramamamızda etkili oldu mu? Ya da cinsellik kavramının kendisini doğru biçimde tartışamamamızın bir etkisi var mı?
 
Yukarıdaki sorulara verilen yanıtlar tartışıldığında, genel olarak LGBTİ çocuklara yönelik bir tartışmanın bugüne kadar yapılmamasının nedeni biraz daha görünür hale gelmektedir. Aslında tüm bunlar basit bir çıkarımla, düşünme biçiminden kaynaklanan, kalıp yargılar ve kültürel kodlarla pekiştirilen bir silsileden kaynaklanmaktadır. Cinsellik konusu, bildiğimiz sebeplerden dolayı toplumca eksik bir biçimde değerlendirilmekte, sadece cinsel eylem/davranış olarak tanımlanmaktadır. Bir çocuğun cinsel çeşitliliği söz konusu olduğunda bir yetişkin olan eğitimcinin aklına çoğunlukla çocuğun cinsel eylem içerisinde olma hali gelmektedir. Çocuğun cinsel edimi düşüncesi eğitimciyi asıl olan noktadan uzaklaştırmakta, kişisel/duygusal (düşünsel, objektif tepkinin karşıtı olarak) vermesine neden olmaktadır. Bu durum, eğitimcinin “kabullenme” biçimini etkilemektedir. Ancak gözden kaçırılan nokta şudur; cinsellik sadece cinsel eylemden oluşan bir yapıya sahip değildir. Cinselliği oluşturan dört unsur vardır: Cinsel yönelim, biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyet kimliği, toplumsal cinsiyet rolü.
 
Bu noktada bir başka soru yığını karşımıza çıkıyor. Cinsellik, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği konusunda ne kadar bilgi sahibiyiz? Sahip olduğumuz bilgilerin doğruluğu, yanlışlığı hakkında bir fikir sahibi miyiz? Bütün çeşitlilikleri kendi politik perspektifimiz ile mi değerlendiriyoruz yoksa egemenin soruları ve yanıtları ile mi değerlendiriyoruz? Egemen olandan aldığımız bilgilerle yaptığımız tanımlamalar ve değerlendirmeler bizim öteki olanı değerlendirmemizi dolayısı ile ötekinin yaşadığı ayrımcılık ve dışlamayı görmemizi/göremememizi etkiliyor mu? Eğer görmemizi engelliyorsa farkında olmadan “bazı çocukların” uğradığı ayrımcılığı pekiştiren gündelik pratiklerimiz var mı?
 
Bu sorulara iki türlü yanıt verildiğinde yapabileceklerimiz de netleşmektedir.
 
Kişisel olarak verdiğimiz yanıtlarda, bir eğitimci olarak LGBTİ çocukla karşılaştığımızda verdiğimiz tepkileri, müdahale etme isteğimizi/biçimimizi, onu gerçek anlamıyla görüp göremediğimizi, düzeltilmesi gereken bir “nesne” değil kendini geliştirmesi ve potansiyelini açığa çıkarması gereken bir özne olduğunu kabul edip etmediğimizi sorguluyorsak, bize göre doğru olanı değil öznenin kendisinin sahip olduğu gerçeği geliştirip desteklememiz gerektiğini düşünüyorsak kendi alanımızda yapabileceklerimiz de netleşmiş demektir. Tüm çocukların sahip olduğu etnik, dinsel, cinsel, dil vb. çeşitlilikleri gözeten, dolayısı ile bu çocukların ihtiyaçları konusunda fikir sahibi olan ve onları var olan tektipleştirici, asimile edici eğitim sisteminden koruyan, sisteme rağmen özgürlükçü bir eğitim ortamı yaratan bir eğitimci olmanın gereklerini de yerine getirmiş olacağız.
 
Bu sorulara politik mücadele açısından verdiğimiz genel yanıtlar da aslında, ayrımcılığı derinleştiren ve gündelik pratiklerimizle yeniden ürettiğimiz sistemi, tüm ezilenler için benzer süreçlerin söz konusu olduğunu, ayrımcılığın, dışlamanın ve nefretin kökeninin aynı yerden beslendiğini görmemizi sağlamaktadır. Kaba bir analizden yapacağımız en kestirme çıkarımımız da mücadelenin herkes için here yerde olması gerektiğidir. Bir eğitimci olarak sınıfımızı, öğretmenler odasını, okulun kendisini ayrımcılığın yeniden üretildiği bir alan olmaktan çıkarıp tüm bunlarla mücadele araçlarını geliştireceğimiz, kendimizin ve çocuklarımızın özgür, sorgulayan, mücadele eden, kendini, kimliğini koruyan, geliştiren ve diğer kimlikleri de aynı şekilde benimseyip koruyan, geliştiren “özneler” haline getirmiş olacağız.      
            
Kaos GL Eğitim Çalışma Grubu’ndan Psikolojik Danışman Yasemin Şafak’ın bu yazısı ilk olarak Devrimci Öğretmen Dergisi’nin 7. Sayında yayınlandı.

Etiketler: insan hakları, eğitim
İstihdam