01/10/2021 | Yazar: Remzi Altunpolat
Muhafazakâr-sağ popülizme karşı mücadelenin temel dinamiklerinden birinin artık LGBTİ+’ların ezilmesine, ötekileştirilmesine, ayrımcılığa uğramasına karşı çıkmak olduğunun farkına varmak elzem. Kısacası bugün artık LGBTİ+’sız bir otoriter sağ popülizm karşıtı bir mücadele mümkün değil.
Öncelikle tüm katılımcılara selamlar. Eşit Haklar İçin İzleme Derneği’ni böyle bir etkinliğe imza attığı ve beni konuşmacı olarak davet ettiği için teşekkürlerimi sunuyorum. Bu oturumun “8 Kasım İnterseks Dayanışma Günü”ne denk gelmiş olması da ayrıca sevindirici. İnterseks[1] varoluşlar ikili cinsiyet sisteminin “normal” ve “doğal” olduğunu iddia eden normativite rejiminin doğallığını sorunsallaştırmak açısından büyük önem taşıyor.
LGBTİ+ Hareketi’nin tarihinden başlayalım isterseniz. Modern bir toplumsal hareket olarak LGBTİ+ Hareketi, 1969 Haziran’ında ABD’de Stonewall İsyanı ile ortaya çıkıyor. O zamanki ifade ediliş biçimiyle söyleyecek olursak “Gey Kurtuluş Hareketi”. Bunu özellikle vurguluyorum; bugün LGBTİ+ şemsiyesi altında ifade ettiğimiz lezbiyen, trans, interseks, queer, aseksüel, panseksüel, poliseksüel, akışkan cinsiyet, üçüncü cinsiyet, cinsiyetsiz vb. cinsel yönelimler, cinsiyet kimlikleri ve cinsel oluşlar LGBTİ+ hareketinin gelişimi içerisinde zamanla görünürlük kazanan, belli bir süre sonra da kamusal sahada kendisini ifade etmeye başlayan kimlikler. Aslında bizim bugün konuştuğumuz bütün kavram setleri ve kimlikler hemen hemen hepsi modern kavramlar, bu çerçevede eşcinsel kavramı modern bir kavram. Belki bundan önceki oturumlarda tartışılmıştır ya da değinilmiştir mesela çocuk da aslında modern bir kavram. Modernitenin, kapitalizmin üst anlatısı olarak zuhur ettiği 17. Yüzyıl’dan itibaren yeni bir şekil kazanan, bir kimliğe dönüşen kavramlar. Şunu söylemiyorum elbette, Modernite öncesinde çocuk yoktu yahut eşcinsel pratikler yoktu. Ancak bir kimlik olarak çocukluk da eşcinsellik de modernitenin ürünü.. Burada süre kısıtı nedeniyle daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim, belki daha sonra soru-cevap kısmında soru gelirse daha detaylı olarak açıklayabilirim. Dedik ki; modern LGBTİ+ Hareketi, 1969 Stonewall İsyanı ile başlar. O dönem yani 1960’lar; Batı’da kadın hareketi, ikinci dalga feminizm, Siyah özgürlük hareketi, bir barış hareketi, çevre hareketi gibi yeni toplumsal hareketlerin üçüncü dünya olarak adlandırılan ülkelerde ulusal kurtuluş mücadelelerinin ivme kazandığı bir dönem. İşte Gey Kurtuluş Hareketi’de böylesi bir atmosferde filiz verdi. Peki, o günden bu yana LGBTİ+ Hareketi ne tür bir değişim, dönüşüm yaşadı yahut LGBTİ+ Hareketi’nin tarihinde ne tür kırılmalar yaşandı? Birincisi şu; LGBTİ+ Hareketi’nin ortaya çıktığı dönemde emansipasyonu yani total bir toplumsal kurtuluşu hedefleyen, tüm toplumun özgürleşmesi noktasından hareket eden, bu doğrultuda mevcut sistemi yıkmayı politik perspektif olarak önüne koyan bir zeminde olduğu söylenebilir. Tabii süreç içerisinde bu perspektifin terkedilerek mevcut sistem içerisinde kendisine alan açmak, liberal burjuva demokrasisi içerisinde tanınma ve eşit yurttaşlık hakları talep eden bir noktaya evrildiğini ya da bu yaklaşımın daha ağır bastığını, hareketin ana-akımlaşan bir karakter kazandığını söylemek mümkün. Ancak 1990’larda ortaya çıkan ve ana akım LGBTİ+ Hareketi’nden farklılaşan Queer aktivizmi heteronormativiteye[2] ve ikili cinsiyet sistemine meydan okuyan, bununla kalmayıp tüm normatiflikleri sorgulayan, LGBTİ+’ların eşit yurttaşlık taleplerinin de ötesine geçerek sistemsel dönüşümü hedef alan bir aktivizm. Dolayısıyla bugün aslında iki ana akstan bahsetmeniz mümkün. Birincisi mevcut sistem içerisinde ana gündem olarak LGBTİ+’ların tanınmasını, eşitliği ve ayrımcılıkla mücadeleyi esas alan çizgi. İkincisi ise anti-sistemik yahut da sistem karşıtı diyebileceğimiz hareketlerle ittifaklar kuran, bunu çoğaltan ve yıkıcı bir politika öneren çizgi. Tabii ben bunu kaba bir ayrım olarak söylüyorum; tamamen birbirine karşıt iki ayrı çizgiymişçesine kurmuyorum. Birbirleri ile zaman zaman iç içe geçebilen, sıklıkla kesişen iki damar bunlar. Özellikle bazı batılı ülkelerde, örneğin Hollanda’da ya da ABD’ Queer aktivizmi ile ana akım LGBTİ+ aktivizmi arasında belli ölçülerde farklar ve ayrışmalar olduğu görülebilir. Türkiye’de ise durum böyle değil. Türkiye’de LGBTİ+ hareketi diğer toplumsal hareketlerde olduğu gibi Batı’da ortaya çıkışından yaklaşık bir 20 yıl sonra 1990’larda gelişmeye başladı. Aslında rüşeym halinde kimi girişimler 1980’lerin başına kadar götürülebilir. İbrahim Eren’in o dönem İzmir’de Çevre Sağlığı Derneği’nde yürüttüğü kimi çalışmalar, sonrasında Radikal Demokratik Yeşil Parti Girişimi var ama bir hareket olarak ortaya çevresinde öbekleşen kimi adımlar var, ancak LGBTİ+ Hareketi’nin Türkiye’de kendi adıyla ortaya çıkışı 1993’de Ankara’da Kaos GL’nin, İstanbul’da ise Lambda İstanbul’un faaliyete geçişi ile başlıyor. 2000’lerden itibaren ise, Türkiye’nin farklı yerlerinde İzmir’den Diyarbakır’a, Eskişehir’den Antalya’ya kadar LGBT örgütlenmeleri, oluşumları kurulmaya başlandı. Özellikle de 2013 Gezi İsyanı’ndan sonra söz konusu örgütlenme ve oluşumların sayısında bir artış yaşandı. Tam da bu noktada da Gezi’nin LGBTİ+’ların kamusal görünürlüğü açısından niteliksel ve niceliksel bir kırılmaya, bir büyümeye tekabül ettiğini söylemek mümkün. Daha önceki dönemlerde LGBTİ+ Hareketi’ni pek de önemsemeyen muhalif politik aktörlerin, devrimci ve sosyalist yapıların, CHP ve HDP gibi parlamentoda temsil edilen kitlesel siyasal partilerin LGBTİ+’ların farkına vardığı bir kırılma anıydı Gezi. Fakat maalesef bu süreç, 2015’te Kürt sorununda müzakere ve çözüm sürecinin sona erdirilmesi ile başlayan, 15 Temmuz Darbe Girişimi neticesinde ilan edilen OHAL ile devam eden süreçte sönümlenmeye yüz tuttu. Bugün yerellerde oluşan LGBTİ+ örgütlenmelerinin hareket alanlarının daraltıldığı, yerellerde oluşan LGBTİ+ oluşum ve inisiyatiflerinin dağıldığı ve genel olarak LGBTİ+ örgütlenmelerinin kendi içine kapandığı bir dönemi yaşıyoruz. Nitekim OHAL 2018’de hukuken kaldırıldı ama LGBTİ+ örgütleri için fiilî yasaklar devam ediyor, başta kamuya açık alanlarda etkinlikler yapmamız hâlâ yasak. Bu süreçte LGBTİ+ Hareketi’nin adeta şeytanlaştırıldığını söyleyebiliriz. Burada bir parantez açmak istiyorum. LGBTİ+’lar, milliyetçi-muhafazakâr sağ ideoloji tarafından sıklıkla “düşman öteki” olarak kodlanır. Türkiye’de bundan azade değil elbette. Son yıllarda LGBTİ+’ların, Türkiye’de Milliyetçi-Muhafazakâr-İslamcı cenah tarafından nasıl algılandığını muhafazakâr düşüncenin kurucu figürlerinden Edmund Burke’ün kullandığı bir metafora dayananarak açıklamaya çalışacağım. Edmund Burke İngiltere Parlamentosu’nda yaptığı doğal (1) toplumsal düzene karşı çıkanları eleştirdiği bir konuşmasında şunları söyler: “Sürüler halinde akılsızca dolaşan şu ufak böcekler ve sürüngenler bizde ancak tiksinti duygusu uyandırır. Ancak bu böcekler doğal boyutlarının üzerine çıkarsa, sahip oldukları zehri korurken hem sayılarını hem de büyüklüklerini arttırırlarsa bu kez en büyük korkularımızın nesnesi olurlar. Doğal boyutlarında bir örümcek, çirkin ve iğrenç bir zavallı örümcektir yalnızca. Onun dayanıksız ağı ancak sinek yakalamaya yarar. Ama, Allah korusun, bir de bu örümceği bir manda kadar büyük bir halde ve bizi yakalayacak ipleri etrafa saçarken hayal edin…”[3] Şimdi Burke’ün bu metaforunu muhafazakâr-milliyetçi sağın LGBTİ+’lara bakışı açısına uyarlarsak; LGBTİ+’lar daha önceleri üzerinde durmaya gerek bile görülmeyecek ama her daim tetikte olunması gereken ve tiksinti uyandıracak varlıklar iken LGBTİ+’ların kamusal görünürlüğün artması, LGBTİ+ Hareketi’nin büyümesi ile beraber mücadele edilmesi ve ezilmesi gereken düşman öteki kategorisine yerleştirilmiştir. Türkiye’de bunun çeşitli örneklerini son yıllarda milliyetçi-muhafazakâr siyasetçilerin, kanaat önderlerinin, köşe yazarlarının söylemlerinde giderek artan biçimde açıkça görüyoruz. İçişleri Bakanı’nın açıklamalarında görüyoruz, Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamalarında görüyoruz. 2000’li yıllar boyunca AKP’nin askeri-bürokratik vesayeti bitirme ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi adına en azından daha liberal politikalar izlemeye çalıştığı, kendi deyimiyle “muhafazakâr-demokrat” bir görünüm vermeye çalıştığı dönemlerde LGBTİ+’lar açısından dolaylı da olsa kimi olumlu gelişmeler yaşanmıştı. Kaos GL ve Lambda İstanbul o dönem dernekleşti, Lambda İstanbul’a açılan kapatma davası reddedildi, geniş katılımlı LGBTİ+ Onur Yürüyüşleri’nin yapılmasına izin verildi. Ama hepimiz AKP’nin ülke içerisinde giriştiği iktidar mücadelesinde konumunu tahkim etmek adına demokrasi ve özgürlük savunusunun araçsallaştırılmış, içi boş söylemlerden ibaret olduğuna tanık olduk. Bu doğrultuda LGBTİ+lar üzerindeki baskılar yoğunluk kazanmaya, LGBTİ+’ları lanetli ve sapkın iç düşmanlar olarak ilân eden söylemler yaygınlaşmaya başladı. Öylesine büyük bir düşman ki, iktidarın terör örgütü olarak adlandırdığı gruplarla eşdüzeyde tehlike olarak görülen bir kategori artık.
Biraz önce LGBTİ+ Hareketi’nde belirginleşen iki çizgi var ama Türkiye’de durum tam da böyle değil demiştim. Türkiye’de LGBTİ+ Hareketi bir yandan anayasada ve yasalarda cinsel yönelim ve cinsel ayrımcılığının yer alması, yasal mevzuat içerisinde LGBTİ+’lara yönelik ayrımcı olarak yorumlanabilecek hükümlerinin temizlenmesi, nefret suçları ve nefret söylemi ile ilgili düzenlemelerin netliğe kavuşturulması, sivil birliktelik, evlilik, miras gibi hakların tanınması, tüm kurum ve kuruluşlar önünde ayrımcılığa uğramama, hizmetlere eşit erişim gibi sistem içi eşit yurttaşlık talepleri çerçevesinde bir mücadele örüyor. Ama diğer yandan da ikili cinsiyet sistemini, hâkim normatif paradigmaları yerinden oynatmayı, her türlü ezilme biçimini kültürel ve politik olarak sorunsallaştıran ve bu ezilme biçimleri arasında bağlar kurarak ittifaklar oluşturmaya çalışan bir hat izlemeye çalışıyor. Türkiye’deki LGBTİ+ Hareketi’nin bence şu an Batıdaki ana akım LGBTİ+ Hareketinden farkı olarak altını özellikle çizmemiz gereken nokta da bu. Türkiye’de LGBTİ+ Hareketi 1990’lı yıllarda ilk ortaya çıktığı dönemden bugüne barış meselesinden tutun ekoloji meselesine kadar, engelli haklarından tutun da kadınlara yönelik baskı, şiddet ve ayrımcılığa, Kürt meselesinden tutun Ermeni Soykırımı’na kadar hemen hemen her konuda söz üretmeye çalışan bir hareket oldu. Türkiye’de LGBTİ+ Hareketi başlangıcından itibaren Feminist hareket ile çok yakın ilişkileri olan bir hareket oldu LGBTİ+ Hareketi açısından feministler en önemli müttefiklerimizdir, sadece somut bir örnek vermek gerekirse; 2004’de Türk Ceza Kanunu değişirken feminist örgütler ve kadın örgütleri, LGBTİ+’ların taleplerini TBMM’de dile getirmek adına büyük bir çaba gösterdiler. Bu ilişki güçlenerek bugünlere geldi ama bütünüyle gerilimsiz bir ilişki olduğunu da rahatça söyleyebilmek olanaklı değil. Kadın kategorisinin neyi kapsadığına dair özellikle geçtiğimiz yıl alevlenen, kamuoyuna TERF (Transdışlayıcı feministler)-Cis Feministler[4] tartışması olarak yansıyan tartışmalar mevcut malumunuz. Özne sorunsalı dolayısıyla Feminist Hareket ile LGBTİ+ Hareketi, Feminist aktivizm ve Queer aktivizmi, LGBTİ+ Hareketi ile Queer politika arasında kimi çatışmaların, çelişkilerin olması kaçınılmaz. Bizim burada yapmamız gereken birbirimizi ötelemek yerine birbirimize yaklaşma çabasından vazgeçmeyerek verimli bir tartışmaya kapı aralamak olmalı.
Müsaade ederseniz bir noktaya daha temas etmek istiyorum. LGBTİ+ Hareketi’nin tarihsel seyri içerisinde gerek Batı’da gerek Türkiye’de yaşanan bir soruna değinmek gerekiyor. Bu da LGBTİ+ Hareketi içerisinde farklı kimlikler arasında belki de farkında olunmadan kurulmuş olan hiyerarşi. Söz konusu hiyerarşi bazı kimlikler ve varoluşlar diğerlerine göre daha az görünürdü ya da daha geri planda kalıyordu. Başlarda eşcinsel erkekler bu hiyerarşi içerisinde tepede yer alıyordu. Elbette LGBTİ+ Hareketi içerisinde lezbiyen, biseksüel ya da trans kadınlar vardı. Hatta translar mücadelenin ön saflarında yer alıyordu ama sesleri ve talepleri yeterince görünür değildi. Ama süreç içerisinde önce lezbiyen kadınlar, daha sonra translar bu hiyerarşiyi yıkmaya başlayarak kendileri adına daha fazla söz üretir hale geldi. Sonrasında ise LGBTİ+ kategorisi içerisinde görünmeyen özneler, interseksler, aseksüeller, panseksüeller, akışkan cinsiyetliler, cinsiyetsizler, queer cinsiyetliler görünür olmaya başladı. Hareketin ismi de bu seyri izleyerek Gey ya da Eşcinsel Hareketi’nden LGBTİ+ Hareketine dönüştü. Hareketin Türkiye’deki seyri de benzer bir rota izledi denilebilir.
Son olarak mücadeleyi ortaklaştırma meselesinde iki noktaya vurgu yaparak konuşmamı toparlamaya çalışacağım. Daha sonra vakit olursa açarız belki de. Birincisi bugün bütün dünyada sağ-popülizmin ve yeni türde faşizmlerin yükselişe geçtiği bir momentteyiz. ABD seçimlerinde Trump kaybetti, Biden kazandı ama Biden’ın kazanmasının dünyadaki süreci yakın zamanda tersine çevirip çevirmeyeceğini yaşayarak göreceğiz. Peki, sağ-popülizmlere ya da yeni-faşizmlere karşı mücadeleyi nasıl ortaklaştırabiliriz? Buna şu yüzden vurgu yapıyorum: Hollanda gibi bazı istisnalar hariç bütün bu sağ popülist/yeni faşist hareketler ve akımlar, LGBTİ+’ların haklarını ve kazanımlarını ciddi biçimde tehdit eden söylemlere sahip. ABD’den Brezilya’ya, Macaristan’dan Polonya’ya kadar LGBTİ+’ların haklarının ortadan kaldırılmasına yönelik kimi adımlar atıldı. Covid-19 Pandemisi bu saldırıların daha da yoğunlaştığı bir dönem oldu. ABD’de bunla karşılaştık. Muhafazakâr-sağ popülizme karşı mücadelenin temel dinamiklerinden birinin artık LGBTİ+’ların ezilmesine, ötekileştirilmesine, ayrımcılığa uğramasına karşı çıkmak olduğunun farkına varmak elzem. Kısacası bugün artık LGBTİ+’sız bir otoriter sağ popülizm karşıtı bir mücadele mümkün değil.
İkincisi ise birinci ile bağlantılı olan ama onu aşacak biçimde, LGBTİ+’ları yok sayan heteroseksizme karşı mücadeleyi ortaklaştırma meselesi. Heteroseksizm toplumun tüm katmanlarına ve yapılarına sızmış bir ayrımcılık ideolojisi Bu ideoloji heteronormativite dediğimiz bir toplumsal sistemin ürünü. Nasıl ki cinsiyetçilik patriarkal sistemin bir ürünü ise, heteroseksizm de heteronormativitenin ürünü. LGBTİ+ Hareketi’nin ve Queer aktivizminin derdi heteronormatif sistemi parçalamak, en azından duvarlarında çatlaklar, yarıklar yaratmak. Peki muhalif özneler, heteronormativiteyi nirengi noktası kabul edip heteroseksist ideoloji ile mücadeleyi ana gündemlerinden biri olarak görecekler mi? Şunu asla unutmayalım derim; LGBTİ+’ların ezilmesi politik mücadelede ana çelişkilerden biri olarak kavranmadığı ölçüde toplumda geniş ölçekli niteliksel dönüşümlerin sacayaklarından biri eksik kalacak. Bu doğrultuda anti-heteroseksit bir cephe inşa etmenin imkânları üzerinde daha fazla düşünmeye ve konuşmaya ihtiyacımız var.
*Bu yazı, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği ve Eşitlik Forumu tarafından yayınlanan 2020 II. Uluslararası Ayrımcılık Konferansı Bildirileri kitabında (2021) yer almıştır.
**KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
[1] İnterseks: Kişinin doğuştan taşıdığı beden özelliklerinin eril ve dişilden oluşan cins ikiliği perspektifinden bakıldığında nereye yerleştirileceği bilinemeyen bir çeşitlilik gösterdiği bir yelpazedir. Kimi interseks kişiler ergenliğe gelene kadar bu durumdan haberdar olmayabilir. Ancak interseks bir bebek muğlak bir genital yapıya sahipse, aile ve doktorlar sıklıkla bebeğe ikili cinsiyet rejimi doğrultusunda kadın ve erkek cinsiyetlerinden birini atayarak buna uygun bir cerrahi operasyon gerçekleştirmektedir. Bu pratik, bir şiddet olmasının yanı sıra bedenin cinsi bir benlik algısı olarak cinsiyet arasında dayatılmakta olan doğrusal bağın zorlama oluşuna dair çok güçlü bir örnektir. Yetişkin interseks kişiler, politik özneler olarak deneyimlerini paylaştıkça bu uygulamanın tamamen etik dışı bir istismar ve şiddet olduğu anlayışı giderek yaygınlaşmaktadır. Bkz: LGBTİ+ Hakları Alanında Çeviri Sözlüğü (Hazırlayan: Deniz Gedizlioğlu), Kaos GL Yayınları, Ankara, 2020, https://kaosgldernegi.org/images/library/cevirisozlugu2020.pdf
[2] Heteronormativite; bütün bir toplumun ve kültürün “doğallaştırılmış”, “idealleştirilmiş” ve “normal” varsayılan heteroseksüel cinsel yönelim doğrultusundaki yaşam tarzı ve değerlere göre tariflendiği, heteroseksüellik dışında kalan cinselliklerin/cinsel hallerin marjinalleştirildiği, sapkın kategorisine sokulduğu, görmezden gelindiği, baskı ve şiddete maruz bırakıldığı yahut uysallaştırılarak hizaya sokulduğu bir iktidar sistemini ifade etmektedir. Söz konusu sistem, biyolojik ve toplumsal olarak birbirlerinden tamamen ayrı oldukları, birbirlerini aile ve üreme vasıtası ile tamamladıkları düşünülen kadın ve erkek kategorilerini içeren ikili cinsiyet rejimi üzerinde yükselir. Bu anlamda heteronormativite, salt heteroseksüellik dışındaki yönelim ve kimliklerin yok sayılmasını, bastırılmasını ve dışlanmasını işaretlemez, aynı zamanda kadın-erkek ikiliğine (dikotomi) dayalı toplumsal cinsiyet matrisini yeniden üreterek, bireyleri “kadın” ve “erkek” olarak yaratır. Heteronormatif kültür kendisini sadece “normal” olarak değil, aynı zamanda insanlık, toplum, ilişkisellik, üreme konularında da anlaşılabilirlik sağlayan yegâne model olarak dayatmış; diğer bütün cinsel ve cinsiyete dayalı formları en iyi ihtimalle yan rollere hapsederek kıyıya itmiş, çoğunlukla da ortadan kaldırılması gereken birer tehdit olarak kodlamıştır.
[3] Aktaran: Doğancan ÖZSEL, “Muhafazakârlık ve Eşcinsellik: Hastalıkta ve Sağlıkta…”, https://kaosgl.org/gokkusagi-forumu-kose-yazisi/muhafazakrlik-ve-escinsellik-hastalikta-ve-saglikta
[4] T.E.R.F. (Trans Exclusionary Radical Feminist): Radikal feminizm içinde kökü 1970’lere uzanan bir tartışmadan doğmuş olan hareket, kendisini “toplumsal cinsiyete karşı eleştirel feminizm” olarak tanımlamaktadır. Buna göre bir kişinin cinsiyeti, “eril” ve “dişil” olarak ayrılmış bedensel işlevlerden ve dolayısıyla doğumda atanmış cinsiyetten ayrılamaz, bu sebeple “toplumsal cinsiyet” kavramına eleştirel yaklaşmaktadırlar. Buna göre trans kadınlar da “eril” bedenlerinden ya da “erkekliklerinden” kopamazlar, dolayısıyla ikili cinsiyet rejiminde ezen konumundadırlar ve feminist hareket içinde yerleri yoktur. 2000’lerin sonunda bu tartışmanın dijital medyaya taşınmasından sonra, bu transfobik/trans dışlayıcı çizgi kısaca TERF olarak adlandırılmaktadır.
Cisgender (“Cis”): Sahip olduğu cinsiyet kimliği, doğumda kendisine atanan cinsiyetle örtüşen kişilere denilir. Türkçe karşılık olarak 2013 yılında kaybettiğimiz trans aktivist Aligül Arıkan tarafından literatüre kazandırılan “Na-trans” kavramı da yaygınlaşmaya başlamıştır.
Bkz: LGBTİ+ Hakları Alanında Çeviri Sözlüğü (Hazırlayan: Deniz Gedizlioğlu), Kaos GL Yayınları, Ankara, 2020, https://kaosgldernegi.org/images/library/cevirisozlugu2020.pdf
Etiketler: insan hakları, yaşam, siyaset