27/07/2024 | Yazar: Yıldız Tar
1994’te ilk sayısını yayınlayan Kaos GL Dergisi, 30.yaşını kutluyor. Bu kapsamda biz de 30 yıllık mücadeleye tanıklık edenlerin tanıklıklarını sizinle paylaşmaya karar verdik.

Express Dergisi’nin 16-23 Nisan 1994 tarihli sayısında Kaos GL’nin ilk örgütlenme çağrısı yayımlandı. 20 Eylül 1994’te ilk sayısını yayımlayan Kaos GL Dergisi, 30.yaşını kutluyor. Bu kapsamda biz de 30 yıllık mücadeleye tanıklık edenlerin tanıklıklarını sizinle paylaşmaya karar verdik.
Tarihten Gizlenmeyenler'de Kaos GL’den Umut Güner’in tanıklığı, çocukluğu ile başlıyor.
Umut bize kendini tanıtır mısın?
Yozgat’ta doğdum. 1994’e kadar Yozgat’ta yaşadım. Liseyi orda bitirdim aslında. Annem babam öğretmen. Öğretmen bir ailenin çocuğuyum. Onun tatlı tatlı fırsatları var. Eğitim öğretimin evde de devam ettiği bir güzellik içerisinde büyüdüm.
Baban, annen nasıl insanlardı?
Tatlı insanlardı ama farklı dünyaların insanlarıydı biraz da. Annem çok kuralcı, standartları olan ve o standartlar ve normlarla yaşamayı seven biriydi. Babam da annemin sevdiği normların dışında kendini konumlandırıp orda mutlu olmayı tercih eden biriydi. Doğal olarak o gerilimi de hep yaşıyorduk biz. İkisinin çok farklı yorumları ve uzlaşı ortamının en azından bizim gelişimimizde, eğitimimizde uzlaşamıyor olmalarının yarattığı bir güzellik var. Kendiliğinden özgür kalabiliyordun. Mesela annem bazı şeyleri norm olarak babamın takip etmesi gerektiğini tembihliyordu. Ama babam bu oyunu bazen oynamak istemiyordu. Annem, babam takip ediyor zannediyordu. O alan inanılmaz özgür bıraktığı bir alana dönüşüveriyordu.
Yol açmadığı yerler annemin belki kontrolü babama bırakmadığı yerler. Eve geliş saatleri, çıkış saatleri vesaire gibi daha somut gündelik hayatı planlamaya dönük şeyler. Bir de bir yaşa kadar, bir on dört on beş yaşına kadar annemin yarattığı baba normuyla gerçek babamın normları arasında bir farklılık olduğunu fark etmediğim için bir yaşa kadar ben şunu yaptım. Annemin baban buna kızar, baban buna izin vermez, bunu babana sorman lazım dediği şeyler gerçekten hayatımızda varmış gibi davrandım. Ama belli bir yaştan sonra baktım aslında babam için de onlar bir değer atfetmiyor. Orada, ben babama soruyorum, ben babamdan istiyorum, ben babamdan hallediyorum gibi tatlı yalanlar. Evde gündelik hayatı planlarken, günlük giriş çıkış saatleri sorun olurken yazın amcamlar geldiği için babamla beraber yaz boyu ya da anneannemle beraber ilçede ya da köyde zaman geçirdiğimde saat kaçta eve girdiğim, kaçta çıktığım, kiminle ne yapıyorum, neredeyim, karanlık oldu ve ben dışardayım gibi meseleler sorun olmaktan çıkıyordu.
"Eşcinselliğimi babamdan gizlemem gerekiyordu"
Tam o dönemde Yozgat nasıl bir şehirdi? Nasıl hatırlıyorsun Yozgat’ı?
Ankara’ya yakın olduğu için ilçe gibi, gelişmemişliği var. Ankara’ya sinemaya gelebilirsiniz gibi. Tek bir tane kitabevi vardı. O kitabevinden tek kitap sipariş ettiğinde akşam babam böyle bir kitap istemişsin diyordu. Yani o küçük taşra herkesin herkesi tanıdığı, herkesin herkesin ne yaptığını bildiği ve ispiyonladığı bir şehir. TRT2’de Okudukça programını izleyip Tezer Özlü’yü tanımıştım. Sonra kitapçıya herhalde aynı gün sipariş vermişim. Kitabın gelmesi iki buçuk ayı filan buldu. Ben o arada tabii ki unuttum kitap siparişi verdiğimi. Bir gün akşam babam “istediğin kitap gelmiş” dedi ve ama ben neyi istediğimi çoktan unutmuşum. Ve tekrardan ne istemiştim, nasıl istemiştim, neden istemiştim soruları ile boğuşuyorsun. Bazen bu soruları annem bazen kendim soruyordum. Tabii şimdilerde hepimizin zihninde bir “Yozgat” tanımı var ama orada yaşarken dışarıdan göründüğü kadar “kötü” olmayabiliyor. Aynı zamanda kendi içinde güzellikleri var ve bunlar yaşanır kılıyor orasını. Tabii bir yandan 90’larda belki o kadar da “kapalı” bir şehir değildir diyorum kendi kendime.
Babam deli dolu, sevgisini ettiği kavganın büyüklüğü ile gösterirdi. Bunun kendisi bana bir koruma alanı sağlıyordu. Akran zorbalığına, homofobiye daha inceltilmiş bir şekilde maruz kalıyordum. Babamın o deli dolu sertliğinin verdiği bir özgürlük… Eşcinselliğimi babamdan gizlemem gerekiyordu. Babama yakalanmamam gerekiyordu. Zihnine kazınıyor insanın babamı gördüğünüz zaman. Ama diğer yandan da hiç kimse babamın üzerinden bana sardıramıyordu ve bu bana inanılmaz bir koruma kalkanı oluşturuyordu. Ben şu anda giymeyeceğim kadar kısa şortları giyip sokakta şortla gezip hiç kimsenin laf atmadığını da biliyorum. Ha, keşke laf atsalar dediğim insanlar vardı. Baktıklarını laf atsalar da hissetsem dediğim ama atmıyorlardı. Bu durum, inanılmaz derecede özgürleştirici bir yan tanıyor bir taraftan. Yani öyle bir güzelliği de vardı.
Babamdan eşcinsel olduğumu gizlemeliyim. Kaç yılından bahsediyoruz? Hangi zamanlar?
Muhafazakar bir şehirde yaşarken eşcinselliğini de o kodlarla yaşıyorsun. Bir arkadaşımla evde seks yaparken perdeleri kapatmışsınız. Çünkü seks yapıyorken perdeler kapatılır. Tabii annemin ezberlediği kodlar üzerinden beni anladılar. Sonraki süreçte bunu gizlemem gerektiğine dönük, yani daha doğrusu bunu yaşamamam gerektiği, bunun olmaması gerektiği yönünde bir şey oldu. 11-12 yaşlarında bunun bir tek psikiyatriste de gitmeden güzel bir konuşmasını yaptı bunu yaşamamam gerektiğini, bunun yaşanmaması gereken bir durum olduğunu anlattı. Ben orda şunu anladım, ben bunu yaşıyorsam da perdeyi kapatmayıp ama başka perdeler yaratıyor olmam gerekiyor… Bunu orada öğrendim ve ondan sonra uzunca bir süre o oyunu oynamaya devam ettim.
Başka ne gibi perdeler yarattın bu dönemde?
Benim anneannemin bahçesi vardı. Bisikletim vardı. Kendi mahallemizden çocuklarla flörtleşmek yerine anneannemin bahçeye bakmaya gidip o bahçede o mahallenin çocuklarıyla flörtleşiyor olmak; annemin gözlerinden uzak duruyor olmayı beraberinde getirdi. Anneannem benim suç ortağım ama ondan da bir ara korktum. Çünkü annem her alanı gözetlediği ve her alanı denetlediği için.
Anneannemle benim yalnız olduğum zamanlar, anneannem eve gelen gidenin kim olduğunu anneannemin çok takmadığını fark ettim. Ve odaya girip biriyle odaya kapanıp iki saat sonra odadan çıkıyor olmamı anneannem dert etmiyordu. Ders çalışıyorlar diyordu kendince herhalde. Bunun yanında işte yazın o kuzenlerimle kaçma eylemleri, akşam bisiklete binmek için çıkmak gibi…
"12 Eylül sonrası hatırladığım şeylerden biri polisten çekinip korkmam gerektiği"
Anneannenden suç ortağın diye bahsettin. Ondan bahsetmek ister misin?
Anneannem benim süper kahramanımdı bazen de terso bir kahraman! Annemle babam kuzenler ve doğal olarak anneannem sadece annenim annesi değil aynı zamanda babamın halası olarak evde. Anneannem kendisi despot bir anneymiş. Ama tatlı bir anneanneydi bize karşı. Toplam yirmi dört tane torunu var. Dört tanesini o büyüttü. Ona sorduğunda kaç tane torunun var diye dört tane diyordu ve beni de onlardan biri olarak saymaya devam ediyor. Yaş itibariyle insan kendisinin yaptığı hatalar konusunda kendinden sonraki insanları uyarma ihtiyacı duyuyor ya da müdahale ediyor. Annemin bütün o gözetleme, aşırı kontrol ve denetleme müdahalelerine anneannem kendiliğinden müdahale edip onları bozuyordu. Yani annemin denetiminden beni kurtarıyordu. Beni alıp her gün bir yere götürüyordu hiçbir yere gitmesek onun evine gidiyorduk. Anneannem kızının yanına ya da köye giderken onunla beraber gidiyordum ve onunla beraber kalıyordum. Anneannem benim hangi evde niye uyuduğumu, niye uyandığımı, gün boyu nerde olduğumu bilmiyordu. Sadece onun yanımda olduğumu hissettiriyordu. O da bana inanılmaz derecede güven veriyordu.
Annemle anneannem dönem dönem sürekli kavga ederlerdi. O kavgaların birinde ben şey demiştim ona. Anneanne ben evlendiğimde seninle birlikte yaşayacağım. O da “Ha ha evlenirsin sen” gibi bir şey söyledi. Orda şok oldum, bir yandan korktum. Sanki sırrımı başka biri daha biliyor gibi. Ama o anneannemin anneme siniri üzerinden bana yansıttığı şey bir taraftan da. Açılma gibi bir şey ama onun bana açılması. “Ben seni biliyorum” gibi yorumladım herhalde. İşte “o suç ortaklığı” öyle gelişen bir süreç gibi düşünüyorum. Çünkü ondan sonra daha rahat davrandığımı düşünüyorum onun yanında.
Bir de senin çocukluğunun geçtiği dönemde ülke nasıl bir ülkeydi? Hatırlıyor musun
Benim çocukluğumun geçtiği dönem işte 12 Eylül sonrası. 12 Eylül sonrası hatırladığım şeylerden biri polisten çekinip korkmam gerektiği. İşte babam sürekli gözaltına alınıp bırakılıyordu. Onun 45 gün kadar kaybolduğu, gözaltında işkenceye uğradığı bir dönem var, aynı zamanda işkenceye uğradığını gördük. Siyah beyaz televizyondan renkli televizyona geçiş sonrasında özel kanalların açılma süreci. Bir taraftan da işte eşcinselliğin böyle çok konuşulmadığı bir dönem. Çocukluğumda Galatasaraylı Semih vardı, ona aşıktım ben. Galatasaraylı olmuştum sırf o yüzden Semih’e aşkımdan kaynaklı. Onun posterlerini asıyordum hep. Ortaokula geçmekle birlikte mesela şeyi bulmuştum. Bunu çok fazla anlattım. Belki Kaos GL Dergisi’nde bir yerde anlatmamışımdır. Meydan Larousse’ta homoseksüel kelimesini bulmuştum. İşte eşcinselliğin hastalık olduğunu söylüyordu. Böyle siyah Meydan Larousse. On dört ciltti. Ben o homoseksüel kelimesini bulduğumda inanılmaz rahatlamıştım kendi adıma. Çünkü beni tarifleyen bir şey var. Hastalık diyor, şu diyor, bu diyor ama güzel böyle bir iki paragraflık bir şey. Ha, ben buyum diyordum. Bu arada böyle salak salak annemler evde olmadığında bazen o maddeyi açıp okuyordum. Aa, evet ben buyum deyip geri kapatıyordum. Sonra annemin o kontrol manyaklığından kaynaklı o maddeyi okuyor olmamın, sözlüğün ansiklopedinin hep aynı yeri açık olacak diye bir sürü sayfasını okuyordum. Bir de şey tabii ki benim kuşağımın klişesi işte bir Zeki Müren bir Bülent Ersoy sendromu vardı. Zeki Müren’i o kadar çok televizyonda görmüyorduk ama bir taraftan da her ikisine de benzemediğimi düşünüyordum. Ben bu değilim dediğim bir durum. Ama bu arada ben bu değilim dediğim dönemde birlikte olduğum, oynaştığım akranlarımdan hiçbiri de sanırım bu soruyu kendine o dönem için sormadı.
Bu yazı, Türkiye Avrupa Vakfı’nın yürüttüğü SAHNE projesi kapsamında Avrupa Birliğinin mali desteği ile hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla yazarın sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliği’nin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.
Etiketler: yaşam, sahne projesi