28/10/2021 | Yazar: Kaos GL

2020 yılında “Geleceği Hatırla” temasıyla gerçekleşen Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın Üçüncülük Ödülü sahibi Perçem U. Yıldızbaş’ın “Rüyalarımız Bizimdir” isimli öyküsü… İyi okumalar!

Rüyalarımız bizimdir Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Resim: Maxfield Parrish

Kaos GL Derneği’nin 2006’dan bu yana her yıl farklı temalarla düzenlediği “kadınlardan kadınlara, kadınlardan kadınlar için” ilk öykü yarışması olan ve 2020 yılında “Geleceği Hatırla” temasıyla gerçekleşen Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın Üçüncülük Ödülü sahibi Perçem U. Yıldızbaş’ın “Rüyalarımız Bizimdir” isimli öyküsü… İyi okumalar!

MAYA

Geriye dönüp baktığımda her şey ucuz bir film sahnesi gibi geliyor. Kötü oyuncuların ve kötü bir senaryonun oynatıldığı, kartondan ve naylondan, döküntü bir sahne. Belki de en çok bu yüzden inandırıcıydı. Belki de en çok bu yüzden bu kadar korkuyordum. Belki de en çok bu yüzden korkmuyordu Oma.

Gözü kara bir kız çocuğu. Hepimizi her şeyden korurdu. Ortada korunmamız gereken hiçbir şey yoktu ve aynı zamanda her şey bir tehditti. Zamanın korkuyla ilerlediğini hatırlıyorum. Sanki korku, tüm hayatın manivelasıydı. Güneş bile, doğmayacak diye korktuğumuz için doğuyordu sanki. Günlerin direği, ışık ve hava, toprak ve besinler, sağlık ve yarın, hep biz korktuğumuz için var olmaya devam ediyordu. Korkmaktan yorulup da dert etmemeye başlamaksa her şeyin sonunu getirecekti sanki. Bir tür isyan olurdu aslında bu, ama o zamanlar adı ihanetti. Her gece yastıklar, her sabah güneş, bütün tarih kitapları, bütün söylenceler, bütün yüzler ve muktedirler hep aynı şeyi söylüyordu bize: “Korkmalısın.”

Fakat Oma korkmuyordu. Tanıştığımızda on iki yaşındaydı, bense on. Yurtta aynı odayı paylaşıyorduk. Bizden başka üç kız daha vardı, hepsi zamanı gelince ayrıldı yurttan. Oma’yı uyurken hiç görmedim. Uyuduğunu biliyordum, ama hiç görmedim. Çünkü o yaşında bile, geceleri aramızda gözünü en son kapatan oydu. Yıllarca değişmedi bu. Beni uyutmadan uyumadı, uyandığımda ise hep yanı başımdaydı. Gözeten Oma. Hayatımın anlamı, ilk dostum, büyük aşkım.

Okulun onuncu yılında Önlüklüler gelmişti sınıfa. “Vergi”yi, Rüya Vezneleri’ni anlatmışlardı. Sınıftakiler onların neyden bahsettiğini, bir ay içinde sıranın kendilerine geleceğini biliyordu aslında. Yine de ilk kez duyuyormuş gibi ilgili ve meraklılardı. O sınıftakiler de artık yetişkinler gibi rüyalarını güncelerine kaydedip üç ayda bir vezneye götürecek ve böylece “devletin bekasını sağlayan gerçek bir vatandaş” payesini alacaktı. Somnium’da işler böyle yürüyordu işte. Çocuklar okuyup yazmayı öğrenince “gerçek bir vatandaşa” dönüşüyor ve yetişkinler bununla gurur duyuyordu. Neyse ki sonunda her şey hak ettiği yeri buldu ve tarih kitapları bugün bundan utançla bahsediyor.

Rüya görmediğimi, engelliler sınıfına ait olduğumu başından beri biliyordum. Bunun bir problem olduğunu ise sonradan öğrenmiştim. Bu konuda susmam gerektiğini de. Oysaki yapılacak şey belliydi: Bütün engelliler gibi gidip bilgilendirme yapmak ve bir çiftliğe yerleştirilmeyi beklemek. Fakat sağlayıcı olmak istemiyordum ve rüya göreceğime ya da bir çıkış yolu bulabileceğime dair nedense umudum vardı hâlâ. Bir tek Oma seziyordu bendeki endişeyi. O esas soruyu hiçbir zaman sormadı bana. Bunu defalarca düşündüm, eminim, hiç sormadı. Hiçbir zaman bana “Sen rüya görmüyor musun?” demedi. Ama biliyordu. Her sabah ilk, her gece son gördüğüm onun yüzü olurdu ve bana bir kere bile boş gözlerle baktığını hatırlamıyorum. “Bende ne görüyorsun?” diye soran ben olmuştum, sanırım on altı yaşındaydım. “Geleceğimi,” demişti. “Geleceğini mi, geleceğimizi mi?” Alaycı gülümsemişti Oma. Mütevazı bir kâhin edasıyla, “İkisi de aynı şey Fasulyecim,” demişti. Haklı çıktı. Hayatım, onun sesi yoksa eğer, yer kaplamaktan ibaret; hiçlikten olsa olsa bir nefes boyu farkla. 

Önlüklüler’in gelişiyle göğüs kafesimde bir saatli bomba kuluçkaya yatmıştı sanki. Somnium’da yılda dört defa vergi dönemi gelir ve on beş yaşını geçip de ahlak ve tarih derslerini almış herkes Rüya Veznesi’ne giderek güncesini teslim eder. Ödeme budur. Rüyalarını ver, haklarını al. Şimdi önümde doksan günlük kısacık bir zaman dilimi vardı ve ben nasıl ki on beş yıl boyunca tek bir rüya görmediysem bu doksan günde de görmeyecektim. Elbette günceme görmediğim rüyaları yazabilir, çizebilir, sahte rüyalar yaratabilir, böylece sağlayıcı olmaktan kurtulabilirdim. Kurtulabilir miydim?

 “Sahte Rüya Yazıcısını Linçten Yine Görevliler Kurtardı”

 “Uyanıklar Uslanacak – Yeni Ceza Yasası Meclisten Geçti”

“Komşusunun Güncesini Çalan Sahtekâr Asker Kaçağı Çıktı”

“Rüya Görmemek Değil, Rüya Uydurmak Suçtur”

Hiç kimseye hiçbir biçimde tam anlamıyla aktarılamaz olan biricik rüyaların, doğrudan onlarla paylaşılmasında beis görmeyen bir güruhun içindeydik. Güncemizi görmediğimiz rüyalarla doldurabilir miydik? Oma bile yapamazdı bunu. Kimse yapamazdı. Çünkü herkesin aynı anda hem ihbar hem de muhbir olduğu bir toplamdı orası. Bu iğrenç toplamı bir arada tutan harç ise kocaman, paylaşılmış, keyif verici ve kendini fetişleştiren bir yalandı. Hayır, onlar bize her gün yalan söylemiyordu. Onlar bizi her gün yalancı yapıyordu. Onlar bir yalanı kurgulamış ve bizi de buna inandırmıştı sadece. Tek başına hiçbir anlamı olmayan, varsa da kerameti kendinden menkul rüyaların toplamda bir kehanete işaret ettiği, bekanın ise bu kehanetle sağlandığı yalanıydı bu. Böylece, herkes sadece rüyalarını güncelerine kaydederek ülkesine hizmet ediyordu. Önlüklüler, bu milyonlarca dijital günceyi güya inceliyor ve ancak hepsinin bir araya gelmesiyle anlamlı olan bir kehanette bulunuyordu. Bu bir savaş haberi de olabilirdi, ekonomide oluşacak bir gedik de. Muktedir olanın kolayca öngörebileceği, hatta bizatihi sebep olabileceği bir gerçeği, tebaasının kehaneti olarak yine tebaasına yutturmak ve böylece varlığını onların rüyalarına borçluymuş gibi göstermek, oldukça incelikli ve dikkat isteyen bir yalandı. Zaman zaman biri kendini sokağa atıyor, güncesini yakıyor ya da uyumama grevi yapıyordu. Kendilerine Uyanıklar diyen bu insanlar duvarlara “Rüyalarımız bizimdir!” yazıyorlardı. Rüyaları kaydedip teslim etmenin dehşetengiz bir kontrol rejimi olduğunu fısıldayan rüzgârlar kapı altlarından ve pencere kenarlarından sızsa da bu yalanla her gün yağlanması gereken o devasa makinenin gürültülü gıcırtıları bütün bu fısıltıları duyulmaz kılıyordu.

***

Rüya göremeyen biri olarak doğuştan engelliydim. Oma’nın bununla bir problemi var mıydı bilmiyorum, ama rüya göremediğimden emin olduğu o sabahtan sonra başka biriydi artık. Sürekli bunu düşünüyordu. Yalnız kaldığımız her an bunu konuşuyorduk. Ben çoktan yenilmiş hissediyordum. Oma ise öfkeliydi. Sürekli aynı şeyleri tekrar edip duruyordu.

“Burada yanlış olan bir şey var.”

Orada yanlış olan çok fazla şey vardı. O kadar büyüklerdi ki bütünlüğü içinde göremiyorduk. Gerçek diye önümüze konan her şey, bir diğeriyle o kadar uyumsuz ve kusurluydu ki sürekli aynı cümleyi tekrarlıyorduk:
“Burada yanlış olan bir şey var…”

Her yeni gün bir öncekinden daha zor geçiyordu. Zaman, elindeki kör çakıyı duvara sürterek ve deli bakışlarını gözlerime dikerek ağır adımlarla yaklaşıyordu. Yetmiş sekizinci günün sabahında, yani Rüya Veznesi’ne bomboş günceyi teslim etmeme on iki gün kala, uyandığımda bir terslik olduğunu anladım. Oma odada değildi. Koridora fırladım. Yemekhaneye, kütüphaneye, tuvaletlere, dört mevsim seralarına, bütün sınıflara baktım. Hiçbir yerde değildi. Bir gün önce ölen kimsesiz kadının fotoğrafları geliyordu telefonlarımıza. Her zamanki o saçma “Bizimleydi, bizimdi” sloganıyla birlikte. Bu sahiplenmeyi hiçbir zaman anlayamamıştım ama o an Oma’yı bulmaktan başka hiçbir şey yoktu aklımda. Bir anda zihnim alev aldı. Anladım ve anladığım şey bütün gücümü benden aldı. Duvarlara tutunarak odama kadar yürüdüm. Sonu gelmeyen idrak, panik, kaygı, merak ve boğuluyorum; orada, yatağımın üzerinde, Oma’nın ters dönmüş terlikleri, başının çukur yaptığı yastığı, yarısı içilmiş su bardağı, Oma suyunu bitirmeden, terliklerini düzeltmeden, yastığını silkelemeden çıkmış ve hayır… Benimleydi, benimdi; şimdi orada.

OMA

Kimsesiz birinin ölümü fotoğrafıyla birlikte ilan edilir ve inancına ya da varsa vasiyetine göre düzenlenen seremoniye herkesin katılması beklenir. Biz olmanın en çok vurgulandığı anlardan biridir bu ve tıpkı idam gibi, geride kalanları hizada tutar. Önlüklüler ölenin evini boşaltır, eşyalarını geri dönüşüme gönderir ve başucundaki güncesine el koyar. Ben de onlar gelmeden eve girecek ve günceyi alacaktım. Maya’nın o çiftliğe sürülmesine asla izin vermezdim. O benim sevgilimdi, rengimdi ve dostumdu. O benim mayamdı.

Kalbinde yanan ateşi gözlerinde defalarca görmüştüm. Tıpkı bir sarmaşık gibi bana tutunarak büyümesini izliyordum, daima kollarının uzandığı yerde olmak istiyordum. Çünkü bazılarımız böyle fasulye gibidir, bazılarımız da onlara inanır. Ben Maya’ya hep inandım ve o da bu dünyadaki en güzel şeyi verdi bana: Yanılmamış olmayı.

Her şey çok kolay olmuştu. O kadar kolay olmuştu ki olduğuna inanmak zor geliyordu. Ev işaretlenmişti, kadın evden çıkarılmıştı, birkaç vasıfsız Önlüklü perdeleri söküyor ve buzdolabını boşaltıyordu. Öylesine biriymiş gibi girdim, başucundaki günceyi buldum, çantama attım ve çıktım. Yüzüm, balmumu dökülmüş gibi ifadesizdi ama bir alt katta, yani derimin hemen altında kıyamet kopuyordu. Kalbim krizin eşiğindeydi. Bacaklarım atlar gibi koşmamı emrediyordu ve ellerim benim değildi sanki. Yine de hiç kimsenin adımlarıyla geçtim sokaktan ve köşeyi döner dönmez karşıma çıkan lunaparka attım kendimi.

Şehrin göbeğinde bağırmak için bundan daha iyi bir yer olamaz. Çantamda, ölmüş bir kimsesiz kadının çalıntı güncesiyle bu gezegenin en küçük sahtekârıydım ve salya sümük ağlayarak bağırıyordum. Korkumu ve zaferimi atlıkarıncaya kustum. Maya’yı kurtarmıştım. Fasulyem göklere uzanacaktı.

“Gel bakalım genç. Çantan çok güzel görünüyor. İçinde ne olduğunu öğrenebilir miyiz?” Neden bilmiyorum ama önü tepeden tırnağa iliklenmiş, havada süzülen iki önlük ve içindeki kara buluttan çıkan metalik bir ses hatırlıyorum. Oysa onlar da benim gibi insandı. Bunu geçmişte kendime defalarca anımsatmam gerekti, ancak değişen bir şey olmadı; hafızamda metalik bir sesle konuşan önlüklü iki kara bulut.

Bir arabanın arka koltuğunda bilmediğim bir yere götürülüyordum. Yakalanmıştım, sorgulanacaktım. Maya’yı asla ele vermezdim. Aklıma gelen tek çözüm, çocukça bir hesapsızlıkla hırsızlık yapmış olmaktı. Ama işler pek de düşündüğüm gibi gitmedi. Beni sorgulamadılar. Önlüklüler’in çalıştığı Rüya İnceleme Merkezi’ne gönderdiler. Saçma sapan işler yaptırdılar burada bana. Güncelerin düzenlenmesi, arşiv çalışmaları vesaire… Bunun bir ıslah çalışması olduğunu, kendi kendime çözülmem için böyle davrandıklarını, böylece ellerini hiç kirletmediklerini çok sonradan anladım.

Önümde on gün vardı. On gün sonra Maya’nın ilk teslim dönemi başlıyordu ve ben ona çalıntı günceyi ulaştıramamıştım. Nerede olduğumu bilmiyordu ve belki de kendini ele verecekti. Tek bir umudum vardı. Günceyi teslim dönemi geldiğinde, bulunduğum merkeze Maya’nın sınıfındakilerden birinin gelmesi ve onunla mesaj göndermek. Maya ya dayanamayıp kendini ele vermeye gelecekti ve onu görecektim ya da hiç gelmeyecekti ve arkadaşları aracılığıyla ona ulaşacaktım.

Geldi. Üzgün ve kırıktı, içinde bir şey kopmuştu sanki. Etrafa bakıyordu ama görüyor muydu, emin değilim. Vazgeçmiş bir insan gördüm onda. Yarından ve kendisinden vazgeçmiş. Kalabalığa karışarak karşısına çıktım. Gözlerinin içine bakıp fısıldayarak “Güncemi getir Maya. Onu sisteme burada ben gireceğim. Senin adına. Beni anlıyor musun?” dedim. Bir biblodan bir insana dönüştü karşımda. Beni anlamıştı. Hızla arkasını döndü. Koşar adımlarla yurda gidişini gördüm.

Avucunda tuttuğu dijital günceyi ertesi gün elime bırakırken mümkün olsaydı oradan birlikte çıkar ve dönmemek üzere bir dünya kurardık kendimize. O minnet ve suçluluk arasında gidip geliyordu, oysa ben onun için gerekirse eksilmenin yollarını arıyordum. O kısacık anda, parmaklarının terli avucumu taradığı o ışıklı anda parmak uçlarından fırlayan filizlerin bileklerimi yakaladığını ve beni bir sarmaşık gibi sarıp kendine doladığını hissedebiliyordum.

Köklerimi ve parmaklarımı ona bırakıp yurda dönmesini ve benden haber beklemesini istedim. Ardından, önce ölü kadının güncesini çaldığım için pişmanlığımı dile getiren bir mektup yazdım ve yurda dönmeyi talep ettim. Sonra da kendi güncemi Maya’nın numarasıyla sisteme aktardım ve olacakları beklemeye başladım.

Ertesi gün bir Önlüklü yanıma gelip beni odasına çağırdı. Uslanmış olmamdan memnunmuş, yurda dönüşüm için elinden geleni yapacakmış ancak kafasını meşgul eden bir soru varmış. Kendi güncemi sisteme neden Maya’nın numarasıyla aktarmıştım?

Yakalandım. Yine.

Kulaklarım uğulduyordu, kelimelerimi kaybetmiştim, bu saçmalıktan usanmıştım ve tüm bu karmaşanın içinde şu sözlerin anlamını bulmaya çalışıyordum:

“Oma, korkma. Sana yardım etmek için buradayım. Sadece emin olmam gerek. Beni anlıyor musun? Oma, bana bak. Dinle beni. Sana yardım edeceğim.” 

Eluza’ydı adı. Hayatımızın yönünü değiştiren kadın.

Sorsalar, bu kadın ömründe daha önce hiç gülmemiş, derdim, gülümsememiş bile. Öyle ciddi, öyle donuk bir ifade. Son gördüğümde ise mağrur, gülümsüyordu. Ölüm bütün hızıyla ona doğru geliyordu ve ben onun bütün gülüşlerini bir kutuda saklayabilmeyi dilerdim.

Oğlu bir engelliydi ve Eluza, bir an bile tereddüt etmeden onu Önlüklüler’e bildirmişti. Oğlunun önce ordudan kaçtığı haberi gelmişti, çok geçmeden de intihar ettiği... Çocuğunun başına gelenleri, kendisini yok etmesine neden olan cehennemi çok sonra ve neredeyse tesadüfen öğrenmişti. Kendini suçlayarak içten içe çürümekten kurtulup, bir zamanlar oğlunu elleriyle teslim ettiği sistemin açığını benimle paylaştığı anda bu kartondan dekoru tek bir parmak darbesiyle indirebileceğimizi hissetmiştim. Biz; dışarıda kendi zamanını bekleyen ve bunun için sabırla hazırlık yapan bir Uyanıklar ordusu, içeride Eluza ve arkadaşları.

Herkesin aynı anda hem ihbar hem de muhbir olduğu o toplamda Maya’nın “engelli” olduğunu elbette biliyorlardı, onun için her şeyi yapacağımı da. Benim yazıp onun sildiği sahte rüyalar her defasında sistemde bir iz bırakıyordu ve bizi fişliyordu. Aslında çok da umurlarında değildik, çünkü eninde sonunda bir suç işleyecektik. Önlüklüler suçu ve suçluyu icat etmektense onların doğmasını tercih ediyorlardı.

Ama Uyanıklar hazırdı, Eluza da onlarca görüntü ve ses kaydı biriktirmişti. Biz, yani ben ve Maya, en yakınlarına düşmüş ve dayanışma bekleyen iki genç direnişçiydik. Zorla kaybettirilenlerin, askere ya da çiftliğe sürüklenenlerin haberleri hep sonradan gelmişti, hep iş işten geçtikten sonra. Oysa ilk defa birileri, üstelik kendilerince direnç gösteren birileri, yani Maya ve ben gerçekten kurtarılabilirdik. Bizimle birlikte gerçeği öğrenen binlerce insan kurtulabilirdi.

Kıvılcımı gören olmadı, çünkü her şey neredeyse bir patlamaydı. Rüyaların hiçbir anlama gelmediğini, sadece ve yalnızca iradeyi ipotek altına alıp kontrolü sağladığını onlarca ses kaydıyla bizatihi Başkan’ın kendi ağzından duyanlar inkârdan şüpheye, oradan da öfkeye öyle hızlı geçiş yaptı ki kimsenin diğerini ikna etmesine gerek kalmadı. Eluza’yı son kez gördüğüm kent meydanı, bugünkü adıyla Eluza Meydanı, onun ölümünden on üç gün sonra veznedarların, yaktığı önlükleri etrafında dans etmesiyle şenlik alanına dönüştü. O muazzam günlerde rejim, bugün kitaplarda yazan adıyla tarihe gömüldü.

Gerçek ve bizim olan bu dünyayı, birbirine karışan köklerimizi toprağın altına ve kollarımızı gökyüzüne uzatarak birlikte kurmuştuk.

Kadın Kadına Öykü Yarışması 16. yaşında!

Kadın kadına aşkın görünmezliğine bir tepki olarak 2006 yılında “Mutlu Aşk Vardır” temasıyla yolculuğuna başlayan Kadın Kadına Öykü Yarışması 16 yaşında! Yarışma geçtiğimiz 16 yılda, “Mutlu Aşk Vardır”, “İlk Adım, İlk Kadın", "İlk Aşk”, “Ten ve Tutku”, “Ütopya”, “Bir Kadın (mı) Sevdim”, “Her Yerdeyiz”, “Mor”, “Yol”, “Bir Mücadeledir Aşk”, “Ses”, “Dert Bende Derman Bende”, “O Halde Aşk: Tanımaz Sınırları” “Süper Gücünü Hatırla”,  “Bir Dostluktan Neler Doğar”, “Geleceği Hatırla” ve bu yıl “Ev” temasıyla öykülerini çağırdı.

“Aşkın L* Hali” kitap seti

Kaos GL Derneği’nin 2006’dan bu yana her yıl farklı temalarla düzenlediği “kadınlardan kadınlara, kadınlardan kadınlar için” ilk öykü yarışması olan Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın derece alan öykülerinin yer aldığı Aşkın L* Hali kitap seti NotaBene Yayınları’ndan çıktı.

Yarışmadan 2006-2008 ve 2009-2011 yıllarını kapsayan ilk iki cildin editörlüğünü Burcu Ersoy, 2012-2014 ve 2015-2017 yıllarını kapsayan üçüncü ve dördüncü cildin editörlüğünü Karin Karakaşlı, 2018-2020 yıllarını kapsayan cildin editörlüğünü ise Pelin Buzluk yaptı. Seri editörlüğünü ise Aylime Aslı Demir üstlendi.

İlk cildin kapak işi Elif Tekneci’nin, ikinci cildin kapak işi Ugemfo’nun, üçüncü cildin kapak işi Gözde İlkin’in, dördüncü cildin kapak işi Meltem Elmas’ın ve son cildin kapak işi Şafak Şule Kemancı’nın elinden çıktı.

“‘Yok-muş’ gibi yaşanan dünyaya önce ‘bal gibi var’ diye haykırmak gerekiyor” sloganıyla yayınlanan seti buradan satın alabilirsiniz.

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Toplumsal Cinsiyet dosya konulu 178. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.


Etiketler: kadın
İstihdam