18/05/2021 | Yazar: Yıldız Tar
Bu yargılama sırasında, geçmişi ve hayallerimizi hatırlayarak bu düşmanlığa karşı dayanışmak gerekiyor. Arkadaş olduğumuz, tanışık olduğumuz, dost olduğumuz, yoldaş olduğumuz için değil. Arkadaşlıklar biter, dostluklar gider, yollar ayrılır, araya mesafeler girer. Ancak birlikte hayal edip, birlikte eylemenin anısı sadece anı olarak kalmaz. Hayallerden doğan eylemin politik gücü, her türlü egemenlik ve zulüm aracını yenebilir.
Sizlere bu hafta bu köşede -affınıza sığınarak- eski bir arkadaşımdan bahsetmek istiyorum. İsmini bir kısmınızın belki de basında çıkan haberlerden duyduğunuz Cihan Erdal’dan. Çok huyum değildir arkadaşlığa politik bir önem atfetmek veya arkadaşlık üzerinden bir yazı yazmak. Ancak Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) düzenlenen operasyon, HDP eski MYK üyelerinin tutuklu yargılamaları, öte yandan kapatma davası gerçeği derken; hepimizin gördüğü “bu yapılanlar hukuksuzdur” gerçeğini dile getirebilmek için kimin, neden, ne gerekçeyle yargılandığına bakmak gerekiyor.
Malumunuz üzere, HDP yöneticilerinin de aralarında bulunduğu 28’i tutuklu 108 siyasetçinin yargılandığı Kobanî Davası’nın ikinci duruşması evlere şenlik bir havada sürüyor. Mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Selahattin Demirtaş hakkında verdiği “tahliye” kararını yanlış çevirmesi mi dersiniz, avukatların taleplerine rağmen siyasetçilerin tutukluluk incelemesinin yapılmaması mı yoksa turkuvaz basın kartı olmayan gazetecilerin mahkeme salonuna alınmaması mı…
Bugünkü duruşmada HDP Eski Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile DBP eski Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel söz alabildi. Basından takip edenler Demirtaş’ın “intikam davası” olarak nitelediği duruşmada yaşananları Demirtaş’ın konuşması üzerinden okumuştur. Ben bugün savunma yapamayan Cihan’a geçmeden önce Yüksekdağ ve Tuncel’in beyanlarına bakmanın önemli olduğu fikrindeyim. Çünkü iki kadın siyasetçi de dava sürecinin hukuksuzluğundan öte, politik olarak neyi hedeflediğini berrak bir şekilde ortaya koydu.
Sebahat Tuncel’le başlayalım. Sebahat Tuncel’in LGBTİ+ hareketi açısından önemi ve yaptıkları su götürmez bir gerçek. Vekilliği döneminde Meclis’te LGBTİ+ haklarını ilk dile getiren siyasetçilerden biri olmasının dışında; bütün siyasi faaliyetlerinde LGBTİ+ haklarını yüksek sesle dile getiren, şahsi tanıklığımdan da bildiğim üzere LGBTİ+ hakları konusundaki “çekingen” veya yer yer LGBTİ+ karşıtı pozisyonlara bulunduğu siyasi parti ve platformlarda hiç de “eyvallah” demeyen bir siyasetçi. Sayısız kere yargılanan, ömrünün önemli bir kısmını cezaevinde geçiren Tuncel, bugün mahkeme heyetine şöyle seslendi:
“Bizler Kürt kadın siyasetçiler olarak bu salonda buna bir kez daha maruz kaldık. Sözümüzü dinlemeden kesme, bizim üzerimizde iktidarı, teknolojinin üstünlüğünü kullanmanız herhangi bir yaklaşım değil aslında bir güç bir erkeklik göstergesidir. Mahkeme heyeti ‘benim borum öter’ dedi aslında. Bu kadar 6 milyon oy almış bir siyasi partinin yöneticilerini getirmişsiniz buraya. Dinleme zahmetine bile katlanamıyorsunuz. Savunma yapan arkadaşlarıma söz vermediniz, bizi savunmasız bıraktınız, güvencesiz bıraktınız. O kadar çok erkek olma durumu hücrelerine sinmiş ki devletin tüm kurumlarında bunu görüyoruz, o yüzden şaşırmadık.”
Ataerkiyi gördüğü anda ifşa eden, ifşa etmenin ötesinde meydan okuyan Tuncel’in bu cümleleri eminim ki bu yazıyı okuyan LGBTİ+’ların çok kolaylıkla anlayabilecekleri bir egemenlik ilişkisini ortaya koyuyor.
Öte yandan Figen Yüksekdağ’ın beyanları, Tuncel’inkileri tamamlıyor:
“Bir adil yargılama davası ile karşı karşıya değiliz. Reddi hakim talebimizin temel gerekçesi budur. Burada gerçekler çarpıtılıyor. Çarpıtılan gerçekler üzerinden bu süreç yürütülemez. 4,5 yıldan beri binlerce savunma yaptım. Kurgular yaparak içerikler yeniden önüme konuluyor. Bütün dava süreçlerinde savunmalarımızı bir hesap verme süreci olarak görmedik. Biz burada gerçekleri ifşa ediyoruz.”
Meselenin özünün bu cümlelerde saklı olduğu fikrindeyim. Yüksekdağ ile, 2015 yılında milletvekili seçilmeden önce “Siyasetin O Biçimi” dosyası kapsamında röportaj yaptığımda şöyle demişti:
“Lezbiyen, gey, biseksüel ve transların siyasi mücadele yürütmeleri gereken ve buna mecbur oldukları bir dönem geliyor. Biz de siyaset alanında bu meseleyi doğrudan merkezi siyasetin konusu haline getirmeliyiz. Her yerde LGBTİ özgürlüğünü savunmak yetmiyor. Bir yerde bir trans katledildiğinde ya da Hükümet’ten doğrudan saldırılar geldiğinde daha merkezi ve makro eylem ve yanıtlar üretmemiz lazım.”
Yüksekdağ’ın o dönem verdiği röportajda bahsettiği Hükümet’ten doğrudan saldırılar, söz konusu LGBTİ+’lar olduğunda artık neredeyse alenen bir savaş ilanına dönüştü. Bu yazıda uzun uzun anlatmaya belki gerek yok ama bu röportajdan birkaç ay sonra İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne polis saldırısıyla Yüksekdağ’ın bir diğer öngörüsü olan “Homofobiye dayalı iç savaş yaşanıyor” cümlesinin haklılığı bir kez daha ortaya çıktı. Yüksekdağ, bu cümleleri partisinin ‘Yeni Yaşam için LGBTİ Çalıştayı’nda kurmuştu. Cümlelerini duyduğumda nasıl heyecanlandığımı unutamam. Ki, Yüksekdağ’ın bu cümleleri bulunduğu her siyasi platformda kurduğuna daha önce şahit de olmuştum. Ama kamuya açık alandaki bu netlik çok önemliydi. Aynı çalıştayda Cihan Erdal da konuşmacıydı ve “Nasıl bir yaşam istiyorsak öyle parti!” demişti…
Gelin buradan Cihan’a geçelim. Meseleyi çok uzattığımı düşünenlere ise dipnot: Şu andaki yargılamaların aynı zamanda LGBTİ+’ların eşitlik ve özgürlük mücadelesini nasıl yakından ilgilendirdiğini anlatabilmek için bir özete ihtiyaç duyduğumuzdan uzuyor yazı. Çünkü yer yer 2015 sonrasının, 2015 öncesinde inşa edilen politik mücadele düzlemlerini unutturduğunu gözlemliyorum. Hatırlamak ve hatırlatmakta fayda var. Zira, Polonyalı bir aktivistten duyduğum ve asla unutamadığım cümledeki gibi “umut bir kas gibidir, düzenli çalıştırmak gerekir”.
Gelelim Cihan’a… Cihan’la tanışıklığım 2015’ten çok öncesine dayanıyor. HDK’de MYK üyesi olduğum dönemde tanıştık Cihan’la. Değişime, bir arada mücadele etmeye o kadar inanıyordu ki benim gibi müzmin bir karamsarı bile ikna edebiliyordu. Cihan, iki dönem üst üste HDP’de Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulu üyeliği de yaptı ilerleyen yıllarda. Uzun yıllar boyunca Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve HDP’nin LGBTİ komisyonlarında da beraber yer aldık. Cihan, LGBTİ Barış Girişimi’nin de kurucularından.
Gazeteciliğe başlamamla birlikte Cihan’la yoldaşlığımızın ekseni değişti. Artık soru soran taraftaydım ve röportajlarımızda Cihan’ı HDP’nin LGBTİ+ hakları alanındaki çalışmaları konusunda nasıl sıkıştırdığımı, kayıt bittikten sonra normale döndüğümüzü hatırlıyorum.
Cihan, Şubat 2015’te seçim öncesi röportajımızda HDP’nin LGBTİ haklarına ilişkin yaklaşımlarını şöyle anlatmıştı:
“LGBTİ meselesinde de heteroseksizmle mücadelenin kapitalizme ve diğer tüm eşitsizlik kaynaklarına karşı mücadeleden ayrıştırılamayacağını düşünüyoruz. HDP, homofobi ve transfobi temelli ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir parti. Ancak öte yandan genel anlamda önerdiğimiz bir “Yeni Yaşam” siyaseti var. Bu siyaset ve teklifin Kürtler için de translar için de eşcinseller için de eşit derecede geçerli ve gerekli olduğunu söylüyoruz. Kimliksel, sosyal, ekolojik sorunların iç içe geçmiş, hayatın içindeki karmaşıklaşmış haline tüm bu sorun alanlarını birbirinden soyutlayan yanıtlarla çözüm getiremeyiz. Orada yeni yaşam olmaz.”
Haziran’daki seçimde HDP’nin başarısının ardından tekrardan kapısını çaldığımda bu sefer, “Açık bir şekilde LGBTİ haklarını savunan, seçim programında ayrı bir başlıkla çok detaylı bir şekilde LGBTİ eşitlik ve özgürlüğünü öneren, bunu da her yerde ilan eden bir siyasi parti oylarını arttırdı, barajı yıktı geçti” demişti.
Devamında yaşananlar yokuş aşağı bir sürüklenme… Onur Yürüyüşü’ne saldırı, Suruç, 10 Ekim, bombalı saldırılar, OHAL, Ankara’da LGBTİ+ etkinlik yasakları, OHAL’in olağanlaşması, pandemide ayyuka çıkan LGBTİ+ düşmanlığı… Ne derseniz var…
Bu yokuş aşağı sürüklenmenin yok etmeye çalıştığı politik hat tam olarak şu yukarıdaki üç siyasetçinin; Sebahat Tuncel, Figen Yüksekdağ ve Cihan Erdal’ın cümlelerinde saklı. Bu dava da bu imha siyasetinin son basamaklarından biri.
Cihan, aylardır diğer HDP’li siyasetçiler gibi tutuklu. Bir yandan da diğerlerinden farklı türden bir ayrımcılığa cezaevinde maruz bırakılma ihtimali ilk günden beri içimi kemiren bir korkuydu. Bildiğim kadarıyla yaşanmadı ama lubunyalık biraz da cezaevinde dahi eşit olamama korkusu değil mi? Hem kendin, hem de arkadaşların için.
Kanada’daki Carleton Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan Cihan, tez araştırması için geldiği İstanbul’da 25 Eylül 2020'de gözaltına alındı, 2 Ekim tarihinde tutuklandı. Tutukluyken Dara Demiralp, bianet’te yayımlamak amacıyla Cihan’la söyleşi yapmak istedi. Ancak soruları Cihan’a hiç ulaşmadı. Neden mi? Bianet’ten alıntılayalım:
Dara Demiralp mektubun giriş kısmının Erdal'a verildiğini ancak söyleşi sorularının olduğu kısmın çıkarıldığını ve kendisine başka bilgi verilmediğini belirtti. Demiralp mektubun verilmemesinin nedeninin LGBTİQ+ hareketiyle ilgili şu soru olabileceğini söyledi:
“’Öteki’ olarak gördüğü herkesi ve her kesimi hedef haline getiren iktidar, son zamanlarda yaratmış olduğu nefret söylemiyle bu sefer LGBTİQ+ hareketini hedef almış durumda. Farklı kimliklerinin yanında LGBTİQ+ bir mahpus olarak bu süreci nasıl yorumluyorsun?"
Demiralp, “Gönderdiğim mektup, Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi'ne kayyum olarak atanma sürecine denk gelmişti. Hükümetin, o süreçte Boğaziçi Üniversitesi’nde direnen öğrencilerin direniş meşrutiyetini kırmak için LGBTİQ+ hareketine yönelik nefret söylemi üretip hedef haline getirmişti. Cihan Erdal’a sansür uygulamalarının bir nedeni de bu olsa gerek” yorumunu yaptı.
Yani vaziyet şudur ki; LGBTİ+ hakları savunucusu Cihan Erdal’a, LGBTİQ+ hareketine ilişkin bir soru iletilmedi. İçerideyken daha da içeride tutmanın, LGBTİQ+ dayanışmasını yıkmanın bir aracı bu sansür. Ve LGBTİ+ düşmanlığının ufak bir resmi.
Bu yargılama sırasında, geçmişi ve hayallerimizi hatırlayarak bu düşmanlığa karşı dayanışmak gerekiyor. Arkadaş olduğumuz, tanışık olduğumuz, dost olduğumuz, yoldaş olduğumuz için değil. Arkadaşlıklar biter, dostluklar gider, yollar ayrılır, araya mesafeler girer. Ancak birlikte hayal edip, birlikte eylemenin anısı sadece anı olarak kalmaz. Hayallerden doğan eylemin politik gücü, her türlü egemenlik ve zulüm aracını yenebilir. İnanıyorum buna. Umarım devam eden bu duruşmanın ardından bu hayalciliğimi Cihan’la da paylaşabilirim. Bak Cihan, yılların can sıkıcı karamsar Yıldız hayallerden bahsediyor. Tam da senin bir mektubunda dediğin gibi:
"Beni hakikat anlatıcılığıyla, sözün gücüyle, vicdanın sihriyle bir şeyleri değiştirebilmenin mümkün olduğuna kuvvetle inandıran ahparig Hrant Dink’in ruhuydu. Aktif siyasetten uzaklaştığım ve Kanada’da akademik çalışmalarıma odaklandığım son 4 yılda da şiddetsizlik, barış ve sevgi dilinden ayrılmadım.
“Tam 7 yıl sonra hazırlanan bir iddianame ile şahsıma yöneltilen akla ziyan suçlamalar, bilhassa, tek bir delil dahi olmadan “talimatla hareket ettiğim” ithamı son derece ağır bir manevi şiddettir.”
***
“Hakikatle ithamlar arasındaki keskin ve ironik tezatlık o denli ayan beyan ortada ki, çoğunluğu memleketim Akhisar’da yaşayan farklı görüşlerden akrabalarımız, köylülerimiz, Türkiye, Kanada ve dünyanın dört bir yanından aydın, akademisyen, öğrenci arkadaşlarım, üniversitem, dostlarım, ailem ve eşim hukuk arayışımıza ve mücadelemize ilk andan beri muazzam bir destek vermektedirler, Hannah Arendt’in dediği gibi, “iktidardakiler her tür tertibe girebilirler, ama hakikatin yerini alabilecek geçerli bir şeyi ne keşfedebilir, ne de icat edebilirler.” (Geçmişle Gelecek Arasında, 1996, s.349). Bütün politik kötülükler er ya da geç kamunun vicdanında mahkum olur, modern tarihin bize öğrettiği budur.”
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: insan hakları, yaşam, nefret suçları, eğitim, siyaset