15/11/2021 | Yazar: Deniz Mutlu Taşyürek
Normlara en çok başkaldıranımızdan en geleneksel hayatlar yaşayanlarımıza kadar tüm insanlar olarak her birimiz, bu hikayede ve bu mücadelede kendimizden bir şeyler bulabiliriz.
Yakut Orman’ı henüz okumadıysanız ve önden kurguya dair herhangi bir ipucu almak istemiyorsanız, bu yazıyı okumamayı tercih edebilirsiniz.
Rita Mae Brown’un Rubyfruit Jungle adlı 1973 tarihli romanı, 48 yılın ardından çiçeği burnunda yayınevi Umami Kitap tarafından Yakut Orman ismiyle Türkçeye kazandırıldı. Kitapla ilgili karşınıza çıkacak neredeyse tüm inceleme ve tanıtım yazıları ortak bir noktada buluşuyor: 1980 baskısının kapağında yer alan ikonik “Farklı olmak ve bunu sevmekle ilgili bir roman” cümleciği hem kitaba hem de hayatla kurduğumuz ilişkiye dair çok fazla şey söylüyor.
Yakut Orman ile yolumun kesişmesi Eylül’ün başından itibaren KaosGL.org için hazırlamakta olduğum queer edebiyat çeviri dosyası ile aynı zamana denk geldi. Çevirdiğim metinlerin çoğu Amerikan edebiyatına odaklanıyor, bazıları ise Avrupa ve Güneydoğu Asya’dan İngilizce üretilmiş edebi eserleri kapsayacak şekilde daha geniş bir coğrafyayı dahil ediyordu. Bu süreçte şiirden romana, kurgu dışı metinlerden gençlik edebiyatına geniş bir çerçeveyi kapsayan toplamda elliden fazla kitap ismine denk geldiysem, sadece 3-4 tanesinin Türkçeye çevrilmiş olduğunu fark etmek yıkıcı bir karşılaşma oldu. Queer edebiyatın kült eserlerinden kabul edilen Yakut Orman’ın neredeyse yarım asır sonra Türkçe okuruyla buluşması da bunu doğrular nitelikte. Farklı dillerin ve coğrafyaların edebiyat tarihlerinin kendine özgü dinamikleri olduğu yadsınamaz. Ancak çeviri dosyasındaki metinlerin işaret ettiği noktaları göz önünde bulundurarak bugün Türkçede okuduğum Yakut Orman’a bakmanın dosyayı kapatmak açısından iyi bir fikir olabileceğini düşündüm.
“LGBTİ içerik” mi? O da nesi?
Özellikle Netflix aracılığıyla LGBTİ+ karakterlere yer veren filmlerin ve dizilerin geniş bir seyirci kitlesiyle buluşabilmesinin ardından, “LGBTİ içerik” bir kavram olarak dilimize girdi. Google’da küçük bir tur attıktan sonra “Netflix’te LGBT içerik olmayan dizilerin” listelerine ulaşmak dahi mümkün. Adını koymak ve bundan kaçınmak için kolektif bir çaba var adeta. Buradan hareketle LGBTİ+ edebiyatını nasıl tanımlıyoruz, böyle bir kategori gerçekten var mı ve bunun için LGBTİ+ karakterlere yer vermek yeterli mi gibi sorular ortaya atabiliriz.
Rita Mae Brown, Yakut Orman için yazdığı 2015 tarihli önsözünde tam da aksini savunuyor: “Bu roman bir lezbiyen romanı olarak etiketleniyor, bu yüzden de edebiyat gettolarına sıkıştırılıyor. Bir iş ya da insan ne zaman kategorize edilse, bu istisnasız bir hakaret içerir. Aslında verilen mesaj ‘Bu sizin gibi insanlarla ilgili değil. Beğenebilirsiniz ama günün sonunda konu edindiği alt tabakalardır.’”
Kimlik politikaları söz konusu olduğunda, norm olarak dayatılan kimliklerin ötesinde deneyimler olduğunu görünür kılabilmek adına bu deneyimlere birer isim koymak ve o ismi haykırmak mücadelenin kaçınılmaz başlangıç noktalarından bir tanesi. LGBTİ+ edebiyatının da kendine kitapçıların raflarında yer edinebilmesi, LGBTQ Yayıncılığın Köşetaşları metninde anlatıldığı üzere, sansürleri ve yasakları delebilmek adına yıllarca süren bir mücadeleyle mümkün olmuş. Ayrıca Michael Waters’ın queer gençlik edebiyatına odaklanarak anlattığı üzere, önce sadece trajedi ile sonuçlanan bir açılma hikayesinin kahramanı olan LGBTİ+lar, yayıncıların basmayı kabul ettikleri edebi eserlere dahil olabilmiş. Tarihe buradan bakmaya başladığınızda, önce gey ve lezbiyen kitapçıların açılması ve hareketin kendine edebi bir mekan inşa edebilmesi, devamında LGBTİ+ edebiyatın ana akım kitapçıların içerisindeki “gey ve lezbiyen edebiyat” bölümlerinde kendine bir yer edinebilmesi yıllar boyu süren bir mücadelenin zaferi.
Farklı olmaya dair, queer olana dair…
Ancak bunun üstüne sormaya devam edebileceğimiz sorular ve konuşmaya devam edebileceğimiz başlıklar var. Dosyada yer alan metinlerin bazıları odağını LGBT ya da LGBTQ edebiyatı olarak tarif ederken, queer edebiyat kavramından bahsederek ilerleyenler de var. Aslı Alpar’ın Sevcan Tiftik ile “Karşılaştırmalı Queer Okumalar: Kulin, Mungan ve Toptaş Metinlerinde Queer Potansiyeller” başlıklı yüksek lisans tezi üzerine gerçekleştirdiği 2018 tarihli söyleşide, Tiftik queer edebiyatı eserlerde LGBTİ+ karakterlerin varlığından ya da yokluğundan daha kapsamlı bir olgu olarak ele aldığını ve queerin karakterlerin ötesinde biçime, mekana, kurguya, anlatıcıya, dile, ruha, bedene ve edime dair bir kavram olabileceğini dile getiriyor.
Jack Halberstam’in queer zamansallıklardan bahsettiği ya da Dina Georgis’in hikaye anlatımındaki queer etkilere odaklandığı metinlere bir bakacak olursak, queer kavramını, cinsellik ya da cinsiyetle ilişkili bir perspektifin ötesine geçerek normun dışında var olmaya dair her anla yan yana koyabiliyoruz.
Bakış açımızı bu şekilde genişlettiğimizde Brown’un romanını “farklı olmakla ve bunu sevmekle” tasvir etmesi daha da anlam kazanıyor. Çünkü Yakut Orman’ı Molly adında bir çocuğun büyüme ve bu esnada lezbiyenliğini keşfetme hikayesi olarak okumak karakterin sadece bir yönünü dile getirip kalanını görmezden gelmek anlamına geliyor. Yakut Orman bize aynı zamanda evlatlık olduğunu keşfeden ve annesiyle sonu gelmez bir çatışmanın içerisinde kendini var etmeye çalışan; kendi üstüne giydirilmeye çalışılan kız çocuğu elbisesini yırtıp atmak için her an didinen; ölümle, kayıpla, yasla karşı karşıya gelen ve bunların içinden geçen; aşkı, arkadaşlığı ve yalnızlığı tanıyan ve bunlara yer açan; hayal kuran, hayallerinin peşinden koşan, engellerle karşılaşan, düşen, kalkan, devam eden bir insanın çok katmanlı hikayesini anlatıyor. Tıpkı hayat gibi…
Ve annesinin hem taşıyıcısı hem aktarıcısı olduğu cinsiyete ve cinselliğe dair normlar, Molly’nin anlam veremediği ve peşine takılmayı reddettiği kategorizasyonlardan sadece bir tanesi. Yakut Orman, Pensilvanya’nın küçük bir kasabasında başlıyor ve herkesin eşit ölçüde fakir olduğu bu kasabada Molly cinsiyet normlarının yanı sıra uzak durması tembihlenen Yahudi aile üzerinden antisemitizmi öğreniyor. Hep birlikte Florida’ya göç ettiklerinde ise hem maddi uçurumlar hem de ırkçılık yaşadığı karşılaşmaların bir parçası haline geliyor. Birlikte büyüdüğü kuzeni Leroy ile neredeyse bütün perdelerin kalktığı ve herkesin aklından geçeni bütün açıklığıyla dile getirdiği sohbetlerinde masküleniteyi, onun gerekliliklerini ve barındırdığı kırılganlığı görüyor, zihninde işliyor ve okura aktarıyor. Metni birçok farklı perspektiften okumak mümkün. Anlatıyı queer kılan çok fazla öge mevcut. Ve lezbiyenlik bunlardan sadece bir tanesi.
Queer edebiyatın okuru kim?
Lauren Guy; Michael Cunnigham ve Mary Dorcey ile yaptığı söyleşileri merkezine alan metninde, “eşcinsel edebiyatın” okurlarının kimler olduğuna ilişkin şunları dile getiriyor: “Cunningham’a göre, kurgunun bütün amacı okurlara başka birisi olmanın nasıl bir şey olacağını göstermek. Tamı tamına bize benzeyen kişiler hakkında okumak istemiyoruz. Zaten her günün her anını kendimizle geçirmek zorundayız. Başka insanlar hakkında okumak istiyoruz ve bunu bizden farklı oldukları için istiyoruz.”
Bu açıdan bakınca, birincil tekil ağızdan yazılmış Yakut Orman’ı okumak hiç susmayan bir zihnin sesine kulak vermek gibi. Molly’nin dünyasına, Molly’nin penceresinden bakmaya davet edilmek gibi. Etrafındakilere kök söktüren ve kolay kolay dizginlenemeyen bir çocuğun yetişkinliğe adım atarken nasıl büyüdüğünü ama içindeki duyguyu koruduğunu sayfa sayfa takip etmek gibi.
Ancak bütün bu deneyimlerimizin biricik olma hali bir yana, Rita Mae Brown’un, yine aynı tarihli önsözünde vurguladığı bir nokta var: “Eğer Yakut Orman yalnız olmadığınızı hissettirdiyse, iyi iş çıkarmışım, sizi güldürmeyi başardıysam daha da iyi.”
Queer edebiyatın meramı, hem LGBTİ+ okurlara kendi deneyimlerine benzer anlatıları sayfa üzerinde görme imkânı sunmak hem de heteroseksüel okurlara hayata dair farklı bir perspektif önermek olabilir. Ancak Laura Sackton’ın dile getirdiği gibi, kitap sayfalarına taşınmış herhangi bir hikaye tüm LGBTİ+ları temsil edemez. Çünkü burada tekil bir deneyimden bahsetmek mümkün değil. Dünyanın hangi köşesinde doğduğumuzdan ailenin kaçıncı çocuğu olduğumuza, konuştuğumuz dile, tenimizin rengine, ekonomik gücümüze ve bunların ötesinde küçük ve kontrol edilemez tesadüflere göre her bir birey kendi yolundan yürüyor. Ve temsillerin tek tipleşmesine Sackton şu şekilde karşı çıkıyor:
“Bana mümkün olan bütün kuir temsilleri verin, her türden! Lezbiyen teyzeleri ve gey babaları ve panseksüel arkadaşları, sadece ucuz bir kahkaha için oraya yerleştirilmiş olmayan temsillerin tamamını istiyorum. Ana karakterlerin kardeşlerinin ve kuzenlerinin ne istediğini bilen trans kadınlar ve non-binaryler ve aseksüel gençler olmasını istiyorum. Kuir kötüler ve kuir kahramanlar ve arada kalan karakterlerin kuir versiyonlarını görmek istiyorum. Kötü tercihler yapan, iyi insanlar olmayan, pasaklı ve kindar, gürültücü, hasta, bencil, özverili, sinir bozucu, sevecen kuir karakterler görmek istiyorum.
Edebiyatın her köşesinde ölen karakterler de görmek istiyorum, ama sadece homofobik şiddetten değil; pankreas kanserinden ya da yaşlılıktan ya da dağ tırmanışındaki kazalardan… Ömrünün sonuna kadar mutlu bir hayat süren kuir karakterler istiyorum. Binlerce farklı biçimde kurulabilecek kuir aileler istiyorum. Ellerimde titreyecek kadar acı dolu kuir kitaplarla hıçkırıklara boğulmak istiyorum. Sayfalar dolusu kuir neşe istiyorum. Bana hem kuir olmanın zorluklarını verin hem de kuir kutlamaları… İnsanın -ve hatta uzaylıların- başına gelebilecek her şeyi verin ve bunu kuir kılın. Hepsini istiyorum.”
Queer edebiyata ya da genel olarak edebiyata bütün bu farklılıklarımızla baktığımızda, belki Cunnigham’ın dediği gibi bize benzemeyenleri okumak istiyoruz ve Sackton’ın altını çizdiği gibi zaten hiçbirimiz birbirimize benzemiyoruz. Ancak bütün bu tekillikler ve bize has her şeyin içinde Yakut Orman, Brown’un dediği gibi yalnız hissetmememizi nasıl sağlıyor?
Molly, anlatının birçok yerinde insanların ona dış görünüşü, lezbiyen olması ya da hanım hanımcık giyinmemesi ve davranmaması sebebiyle anormal dediği, saldırganca yaklaştığı, dışlandığı çok sayıda karşılaşma yaşıyor ve hatta bu sebepten “deliler koğuşuna” yatırılıyor. Ancak bu karşılaşmalara dair cümlesi çok net: “Yaşadığımız dünyada insanların mutlu olmasının normal olmadığının farkındayım ve ben mutluyum.”
Kendisine “ucube” dediği tek kısım ise “piç” olduğunu öğrendikten sonra evden kaçıp bir ormana saklandığı an. Günün sonunda Yakut Orman, uyum sağlamayı reddeden bir karakterin hikayesini, üstüne üstüne gelen bir dünyanın karşısına dimdik dikilmesini, bütün bununla beraber en içinde hissettiği kırılganlığı ve peşini hiç bırakmadığı umudu anlatıyor. Ve normlara en çok başkaldıranımızdan en geleneksel hayatlar yaşayanlarımıza kadar tüm insanlar olarak her birimiz, bu hikayede ve bu mücadelede kendimizden bir şeyler bulabiliriz. Bize atananları dört dörtlük taşıyabilmemiz mümkün değil; bunu istesek bile değil, hiçbirimiz için değil… Queer edebiyatın okuru biziz. Hepimiz içimizdeki queeri keşfe çıkabiliriz.
Etiketler: kadın, kültür sanat, yaşam, cinsellik